Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2020

ASİYE AĞACI

 
Asiye Ağacı ( Hikaye )

Anadoluda her yıl zorla  evlendirilmek istenen onlarca kızımız çaresizlikten intihar etmek zorunda kalmaktadır. Karadeniz yaylalarında yaşandığı söylenen bu olay onlardan sadece biridir. 

Yaşlı ve zengin bir adama kuma verileceğini, daha doğrusu satıldığını öğrenen Asiye, sevdiği gençle kaçar ancak mahkeme yaşı küçük olduğu için Asiye'yi  ailesine teslim eder, kaçtığı genci de hapse atarlar. 
Zengin adamın hala Asiye'yi almak istemesi, babasının da aldığı parayı harcadığı için geri verememesi üzerine Asiye bir karar vermek zorunda kalır. 
Bir sabah, altında  oyunlar oynayıp büyüdüğü, dallarında hala salıncağı duran evlerinin yakınındaki çam ağacına, salıncağının ipi ile kendini  asar. 

Asiye'nin elinden anne ve babasına  yazdığı mektup zorlukla alınabilir. 
 
'Sizi hala çok seviyorum, sizin de beni çok  sevdiğinizi biliyorum. Bu geleneğe lanet olsun, onu yıkmak başka Asiyeler ölmesin diye çok sevdiğim bu dünyaya yine çok sevdiğim bu ağaca kendimi asarak veda ediyorum,  hakkınızı helal edin. Bu ağacın adı 'Asiye Ağacı' olsun, mezar taşıma da şu satırları yazın ki gelen geçen okuyup benim hikayemden bir ders alsın. 

Oy tamzara tamzara, benim bahtım ne kara
Aldılar beni sevdiğimden de sattılar o deyyusa.
Paranız, malınız sizin olsun
Ölürüm de varmam ben asla o adama.

Bazı şeyleri yıkmak çok daha zordur.   
Binlerce yıldır kadını mal diye alıp satanlar. 
Şunu  artık bilin, bu geleneği yıkacağız 
Sonunda ölüm bile olsa. 
 
Bu ağacın adı bundan sonra, 
İntihar eden bütün genç kızların adına 'Asiye Ağacı' olsun.
Buradan gelip geçenler, hikayemi okuyun da
Bir daha Asiyeler asılmasın !
 
,A Kadir Bekçi 
Bahçeköy / Seferihisar, 19. 09. 2020. 

 

6 Haziran 2020

AĞAÇ DEDE

Ağaç Dede ( Hikaye )

Ağaç Dede'ye ilk gittiğimde ilkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Aynı zamanda öğretmenim olan babam,  teneke kutular içinde yetiştirdiği ağaç fidanlarını dikmeye giderken annemi, beni ve Ali'yi de yanında götürmüştü.Ali, mahallede devamlı gelip gittiğimiz en yakın komşumuzun oğluydu, aynı sınftaydık.  

Ağaç Dede köye fazla uzak değildi ama yolu dik ve bozuk olduğundan giderken epeyce yorulmuştuk, köyün bulunduğu yere göre oldukca yüksek bir tepeydi. Ağaç Dede'den çevreyi kuşbakışı görebiliyorduk, köy adeta ayaklarımızın altında kalmıştı. O gün Ali ile beraber akşama kadar kır çiçekleri arasında koşup oynamıştık.

Buraya ilk ağaçları köye sonradan yerleşen, nereden geldiğini kimsenin bilmediği, tek başına yaşayan yaşlı bir adam dikmiş. Ölünce de vasiyeti üzerine mezarı, diktiği ağaçların altına gömülmüş. Daha sonraları köylülerin bu adamın ermiş bir zat olabileceğini söylemesi üzerine mezarı ziyaret edilmeye ve etrafına yeni ağaç dikmeye başlanmış. Zamanla gelenek haline gelen ağaç dikme, büyük bir orman oluşmasına yol açmış. Yaşlı adamın adını kimse hatırlamadığı için de ormana, onun adının anısına 'Ağaç Dede' denmeye başlamış. Ağaçları kesenlerin başına kötü bir şey gelir diye de kimse ormana dokunmamış.   

Babam getirdiği çam fidanlardan birer tanesini Ali ve bana vermiş, kendi adımıza dikmemizi istemişti. Annem ilkokula kadar okumuş, babamın aksine her söylenene kolayca inanan bir insandı, fidan dikerken dilek tutmamızı söylemiş, babam duyunca çocukların kafasına böyle şeyler sokma diye anneme söylenmişti. O zamanlar daha on yaşımda olmama rağmen Ali'yi çok severdim, çocuk aklı, dilek tutarken içimden büyüyünce onunla evlenmek istediğimi geçirmiştim... Ne tesadüftür ki  yıllar sonra Ali ile üniversitede tekrar karşılaşmış ve sonra da evlenmiştik. Ama ben bu anımı bir sır gibi saklamış, eşime dahi anlatmamıştım. 

Bir kaç yıl sonra babamın başka bir ile tayini çıkınca köyden ayrılmıştık ama çocukluğumun geçtiği, ilkokulu okuduğum köyü ve eşimle belki de evlenmeme neden olan dilek tutuğum Ağaç Dede'yi hiç bir zaman unutmamıştım. 

Yıllar sonra torunumla dilek tutuğum Ağaç Dede'ye tekrar gelmiştik. Patika yolların yerine asfalt, etrafa oteller ve turistik  tesisler yapılmıştı.Yolda yıllar önce kaybettiğim annem, babam ve bir kaç yıl önce kaybetiğim eşimin hatıraları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. 

Tek oğlumuzu trafik kazasında kaybettiğimizde torunumuz Doğa henüz bir kaç aylıktı, annesi yeniden evlenince onu biz büyütmüştük. Doğa sadece torunumuz değil aynı zamanda oğlumuz olmuştu. O da uzun bir süre bizi gerçek annesi ve babası olarak bilmişti. Adı gibi doğayı, ağaçları ve hayvanları çok seviyordu. Üniversiteye başladığı yıl eşim ölünce, hayattaki tek yaşam  kaynağım haline gelmişti.

Ağaç Dede'ye gelirken torunuma nereye gittiğimizden bahsetmemiştim, o da zaten sormamıştı. Amansız bir hastalığa yakalanmıştı, doktorlar bir kaç ay ömrü olduğunu, bu nedenle her istediğini yapabileceğini söylemişti. Onun benden önce ölebileceği gerçeğine dayanamıyordum. Son bir umut aklıma  çocukluğumda annem ve babamla gittiğim, dilek tutuğum Ağaç Dede gelmişti. Hayatta hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım. Benim bile inanmakta zorlandığım bu nedenle kimseye anlatmadığım gerçekleşen dileğim yıllar sonra torunumla beni buralara tekrar getirmişti. 

Ağaç Dede için anıt mezar yapılmış, etrafına bir kaç mezar daha eklenmişti.Ormanda çıkan yangını söndürmeye çalışırken ölen insanları da onun yanına gömmüşlerdi. Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra, yanımızda getirdiğimiz fidanları dikmek için dışarı çıkmıştık.  

Bir süredir hayata küsmüş olan torunum o gün son derece neşeli görünüyordu. Ağaç Dede'ye gelmemiz korktuğumun aksine onu mutlu etmişti. Her şeyi unutmuştuk, ağaçların altında koşuyor, birlikte şarkı söylüyor, selfieler çekiyorduk. Eski mutlu günlerimize geri dönmüştük.

Ormandaki bazı ağaçlarda onları dikenlerin adı yazılıydı. Gezinirken birden bire büyük bir çam ağacının önünde durdum, yıllar önce dikerken dilek tutuğum ağaç olabilirdi.  Doğa'ya bak bu ağacı dedenle ben dikmiş olabilirim dedim, merakla yüzüme baktı. Ona buraya ilk gelişimi ve dedesi ile  nasıl evlendiğimizi anlattım. Çok etkilenmişti  keşke dedem ölmeden önce hep beraber gelseydik dedi. Daha sonra da getirdiğimiz fidanları diktik, torunum fidan dikerken dudaklarından bir şeyler mırıldanıyordu. Ben de Ağaç Dede'ye torunumu koruması için dua ettim. 

Ağaç Dede ( Hikaye )

Sabah kalktığımda Doğa kahvaltıda yoktu, bir süre sonra odasına girince masanın üzerindeki notu gördüm 'Ben Ağaç Dede' ye gidiyorum' yazıyordu. Hava çok soğuktu, gece her yere kar yağmıştı. Notu görünce oteli ayağa kaldırdım, her yerde onu aramaya başladık. Sonunda Doğa'yı bir ağacın dibinde donmuş halde  bulduk...
Buraya niçin geldiğimizi anlatınca herkes çok etkilemişti. Doğa'nın mezarının  ağaç dedenin yanına  gömülmesi isteğimi kabuul ettiler. Torunumu hiç tanımadığım halde hayatım boyunca unutamadığım Ağaç Dede'ye emanet etmiştim.

A Kadir Bekçi
06. 06. 2020, Bahçeköy / Seferihisar. 

22 Mayıs 2020

GÜZELAVRAT OTU VE BİR HİKAYE


Güzelavrat  otu ( Atropa belladonna )

Avrupalıların Güzelavratotu adını verdiği 'Atropa belladonna',  patlıcangiller ailesinden çok yıllık ve yarı çalımsı otsu bir bitkidir. Bella - Donna  İtalyanca 'güzel kadın' demektir.  

Bir, bir  buçuk metre kadar büyür, yazın çan şeklinde mor çiçekler açar, özellikle nohot büyüklüğündeki  parlak siyah meyveleri dikkat çekicidir. 

Zehirli bir bitki  olmasına rağmen; eski çağlarda (Romalılar zamanında) kadınlar tarafından, gözbebeklerini büyütmek ve erkekleri etkilemek için kullanılmıştır. Bünyesinde  bulunan 'atropin' adlı alkaloid madde, günümüzde halen  retina tedavilerinde göz damlası olarak kullanılanmaktadır.  

 Avrupada güzelavrat otu olarak bilinen  Atrppa belladonna'ya,  Anadolu ise  avrat otu, ya da dulavrat otu gibi benzer adlar verilmiştir. Gelin şimdi de konuda yazdığım hikayeyi okuyalım. 

                                                              DULAVRAT OTU
 
Bir zamanlar Anadolunun  bir köyünde  Zeynep adında bir kız yaşarmış. Zeynep'in gözleri zeytin gibi simsiyah ve çok güzelmiş, bu nedenle köyün bütün  gençleri ona aşıkmış.  Gel gör ki,  Zeynep çok fakir bir ailenin oğlunu seviyormuş. Ama sevdiği  gencin ailesi, güzellik karın doyurmaz diyerek oğullarına zengin bir ağanın kızı ile evlendirmişler. Bunun üzerine kaderine küsen Zeynep, taliplerinin yüzüne bile bakmadan geri çevirmeye başlamış. Ailesine de,  ben artık kimseyle evlenmek istemiyorum demiş.

Zeynep'le evlenmeyeceğini anlayan bazı kötü niyetli gençler ona iftira atmaya, hakkında dedikodular çıkarmaya başlamışlar. Zeynep'in dul olduğu için evlenmek istemediğini yaymışlar. Adı dulavrat!a çıkmış.  Bu duruma çok üzülen  ailesi kızlarını evlenmeye zorlamak için ya evlenirsin, ya da bu evden gidersin diye baskı yapmaya başlamışlar. Bu durumda çaresiz kalan Zeynep,  köy yakınındaki bir uçurumdan atlayarak intahar etmiş. 

Güzelavratotu ve meyvesi  ( Atropa Belladonna )
( Fotoğraf alıntıdır. )

Ancak köylüler günlerce aramalarına rağmen Zeynep'i bulamamışlar, sanki yer yarılmış da içine girmiş. Annesi ve babası ise üzüntüsünden köyü terk etmişler. 

Daha sonra köylüler, Zeynep'in kendini attığı uçurumda o zamana kadar hiç görmedikleri bir bitkinin yetişmiş olduğunu görmüşler. Bitkinin meyveleri tıpkı Zeynep'in gözleri gibi simsiyahmış.  Zeynep'e iftira atan gençler merak edip yiyince,  zehirlenmiş ve ölmüş. Köylüler, Zeynep'in kendisine iftra atanlardan intikam almak için bu bitkiye dönüştüğüne inanmaya başlamışlar ve adına Zeynep için atılan iftiradan dolayı 'Dulavrat otu' denilmiş 
Kıssadan hisse; Siz siz olun suçsuz insanlara asla iftira atmayın, vebali büyük olur. 

A. Kadir Bekçi
Bahçeköy / Seferihisar
22. 05. 2020 

31 Ocak 2019

UÇURUMDAKİ ÇİÇEK

Uçurumdaki  Çiçek / Hikaye
Cebinden  çıkardığı paraları saymadan taksi şoförüne veren yaşlı adam, Cehennem Çukuru!na giden  vadinin  içinde  yavaş adımlarla ilerleyerek gözden kaybolmuştu.  Burası çok derin bir kanyondu. Düşen  canlılar genel olarak sağ çıkamadığı için, halk adını 'Cehennem Çukuru' vermişti. 

Yaşlı adam, daha önce de bir çok kez  geldiği bu yere, bu defa  hayatına son vermek  için gelmişti. Yakalandığı amansız hastalık yüzünden, çok sevdiği doğadan  ve kır çiçeklerden uzak kalınca yaşama hevesini kaybetmişti. Son yolculuğuna arkadaşım dediği, her gittiği yere götürdüğü fotoğraf makinasını da yanında getirmişti.

Bir efsaneye göre, bu uçurumdan düşüp  ölenler  çiçek olup  tekrar hayata dönmektedir. Bu nedenle, burada her yıl yeni çiçeklerin açtığına  inanılmaktadır.
Yaşlı adam  hafta sonları mahallesinin çoçuklarını doğa gezilerine götürür ve bu sırada  onlara  gittikleri yerlerle ilgili, çoğunu kendinin uydurduğu  hikayeler, efsaneler anlatırdı. Bu çocukların çok hoşuna giderdi. Bu da onlardan biriydi. 
Doğayı, çiçekleri çok seven  yaşlı adam şimdi, kendi anlattığı / uydurduğu bu hikayeye inanmak istemişti. Kimbilir, belki de hayata bu defa yeni bir çiçek olarak gelirdi.

Son kez etrafına bakınan adam, kendini uçuruma bırakacağı sırada birden  durmuştu. Daha önce hiç görmediği bir çiçek, uçurumda adeta kendine gülümsüyordu. Hayatı boyunca hep  yeni bir bitkiyi  keşfetmek istemişti.  Bu nedenle bir an intihar etmeyi unutarak, çiçeğin fotoğrafını çekmek için  uçuruma doğru  ilerlemeye başlamıştı.

Polisler, taksi şoförünün verdiği ifade üzerine  yaşlı adamın cesedini Cehennem Çukuru'nda bir fotoğraf makinesi ile beraber bulmuştu. Yapılan  inceleme sonunda, adamın fotoğraf  çekerken uçurumdan düşerek öldüğü ortaya çıkmıştı.

Fotoğrafı inceleyen botanikçiler, yaptıkları inceleme sonuncu yaşlı adamın ölmeden önce yeni bir bitkiyi keşfetmiş olduğunun anlaşıldığını belirterek, bu çiçeğe onun adının adının  verileceğini açıklarlar.

A  Kadir Bekçi
31. 01. 2019, Bahçeköy / Seferihisar.

29 Aralık 2018

KİRPİ YAVRUSU VE ADAM

Kirpi yavrusu ve  adam ( Hikaye ) 

O sabah  kirpi* yavrusu  çok heyecanlıydı, annesi ilk defa dışarıya çıkmasına  için izin vermişti. Kardeşleri hastalanıp  ölünce,  yuvada  tek yaşamaktan çok sıkılmıştı. Özgür olmak, dünyayı bir an önce keşfetmek  istiyordu. 
Annesi onu yolcu ederken,  daha önce anlattıklarını  üstüne basa basa bir daha  tekrarlamıştı. Avlanmak için  gece dışarı çıkmasını, bir tehlike hissederse top halini almasını özellikle belirtmişti.
Kirpi yavrusu zeytin ağaçlarının arasından geçerken,  kendine göre çok daha büyük olan bir şey  gördü.  Annesinin anlattıklarından, bunun bir insan olduğunu anladı. Bahçe sahibi yeni  topladığı zeytin ağaçlarının kırılan dallarını buduyordu.  Kirpi yavrusu, bu kadar büyük bir şeyin  karnını nasıl  doyduğunu düşündü ve 'iyi ki bu kadar büyük  değilim' diyerek haline şükretti. Bu arada karnı iyice acıkmıştı. Yiyecek bir şeyler bulabilmek  için,  etrafına daha dikkatli bakmaya başladı.

Bunlar da ne ?
Birden etrafında dört küçük  kedi  yavrusu belirmişti. İlk defa gördükleri bu garip  şeyi incelemeye başlamışlardı. Küçük kirpi hemen annesinin sözlerini hatırladı ve dikenli bir  top şekline geldi.  Kedi yavrularından biri  onu kokladı, bir başkası kirpiye çok yaklaşınca  dikenleri burnuna  battı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Daha sonra da hep beraber  oradan uzaklaştılar. Kirpi yavrusu, vücudunu saran ve bir türlü kabullenemediği  dikenlerin kendini koruduğunu görünce 'artık dikenli olduğu için mutsuzluk duymayağım'  dedi.

Bu arada yemek için salyangoz, sümüklü böcek, kelebek,  solucan gibi yiyeceklerden  hiç birini bulamamıştı. Birden, annesinin zaman zaman getirdiği otlar  aklına geldi.  Etrafını sonbaharda yağan yağmurlardan yemyeşil otlar kaplamıştı. Bir kaç değişik ot denedikten sonra, bahçe sahibinin yeni diktiği marulları  yemeye başladı. Bunların tadı  annesinin getirdiklerine  çok  benziyordu. Bu sırada, marul yapraklarının çıkardığı sesi duyan  bahçe sahibi hızla oraya gelmişti. Kirpi yavrusu tekrar  savunma pozisyonuna geçti, bunu çok kolay  yapıyordu. Bazı insanların çok tehlikeli olabileceğini biliyordu. Bu yüzden çok korkmuştu.

Bahçe sahibi 'demek benim diktiğim  marulları sen yiyordun ?' dedi.   Sonra da 'bu daha  yavru, annesi yemiş olmalı' dedi.  Kirpi yavrusu,  annesinin  getirdiği marulların bu adamın olduğunu anlayınca daha da çok korktu.  Üstelik adamın elinde zeytin ağacını budadığı kesici bir de alet vardı.
Bu arada kedi yavruları yeniden gelmiş, adamın etrafında miyavlamaya  başlamışlardı.  Yavrulardan birini  kucağına alan adam, daha sonra da kedilerle  beraber oradan uzaklaştı.  Bunu gören kirpi yavrusu rahat bir nefes aldı.  Korktuğu gibi bir şey olmamıştı.
Etrafta kimsenin  kalmadığını görünce de tekrar marulları yemeye başladı.
Ancak çok geçmeden  adam avucunda taşıdığı  bir şeylerle  tekrar  gelmişti. Bir taraftan da 'kış yaklaştı, bu yavrucak  ne zaman büyüyecek'  diye  kendi kendine  söyleniyordu. Daha sonra avucundaki  kedi mamasını kirpi yavrusunun bulunduğu yere koydu ve  işinin başına döndü. Kedi mamasının  tadı kirpi yavrusunun çok hoşuna gitmişti. Karnını bir güzel doyurdu.

Daha sonra da kirpi yavrusu yuvaya dönmek için  hareket etti. Olanları annesine  anlatmak için sabırsızlanıyordu. Kirpi yavrusu,  doğadaki bu ilk gününde çok mutlu görünüyordu. Top haline gelerek yuvarlanmaya başladı. Bu sırada dikenlerine  yapraklar batmıştı. Çok komik görünüyordu.
Yuvada annesi yoktu, ava  çıkmıştır diyerek uyudu. Sabah uyandığında annesinin gece de gelmediğini anladı. Dışarıya çıkarken söylediği sözlerin,   aslında  vedalaşmak olduğunu  anladı. Bundan sonra artık tek başına yaşayacaktı.

Kış yaklaşmıştı, kirpi yavrusunun  kış  uykusuna yatmadan önce çok iyi beslenmesi, kendini soğuktan ve yağmurdan koruyacak daha iyi bir  yuva yapması gerekiyordu.

Akşam olunca  kirpi yavrusunun  karnı tekrar acıkmıştı. Yuvasından çıktı, etraf sesizdi ay ışığı vardı, ilk defa gece dışarıya  çıkıyordu. Nereye gittiğini bilmeden ilerlemeye başladı, ayakları onu bildiği tek yere doğru götürmüştü.
O da ne?
Gündüz  yediği o çok sevdiği kedi  mamaları yerinde duruyordu. Adam, kirpi yavrusunun oraya tekrar geleceğini tahmin ettiği için kedilerine verdiği mamadan ona da bir avuç koymuştu.
Kirpi yavrusu  artık her gece adamın koyduğu kedi mamaları yiyordu. Hızlı bir şekilde kilo almaya  başlamıştı. Bu arada gelip giderken, dikenlerine  yapışan yapraklar ve adamın kestiği  zeytin dallarının altına yeni bir yuva da  yapmıştı.

Bu arada   havalar iyice soğumuş,  kış kendini iyice  hissettirmeye başlamıştı. Bir gün adam koyduğu mamanın yenmediğinin farkına vardı. Kirpi yavrusunun kış uykusuna yatmıştı  'belki baharda tekrar karşılaşırız' dedi.   Kirpi yavrusu o adama rastladığı için şanslıydı.

A Kadir Bekçi
29. 12. 2018
Bahçeköy / Seferihisar.

* Kirpi, en eski memeli hayvanlardan biridir. Gececidir, daha çok böcekle beslenir , ortalama  1.5 yıl kadar yaşar.  Kış uykusuna yatar. Yetişkin bir kirpinin vücudunda 7000 kadar diken bulunur. Zehirlere karşı çok dirençlidir, bu nedenle zehirli yılanların çok olduğu yerlerde eskiden beri koruyucu olarak beslenmiştir.  Avlanması yasaktır. 

29 Kasım 2016

ORMANDA TEK BAŞINA YAŞAYAN ADAMIN SIRRI



Ormanda Tek Başına Yaşıyan Adamın Sırrı / Hikaye.

Serin bir sonbahar günüydü, beş arkadaş ormanlık bir yerde gezmeye  çıkmıştık. Ağaçların altı çalı, sarmaşık ve dikenli bitkilerle  dolu olduğundan  zor yürüyebiliyorduk. Yürürkeni sararıp dökülen yapraklardan kayıyor ve düşüyorduk. Sonunda orman içinde açık, ağaçsız bir alana gelmiştik. Arada  bir  köpek sesi duyuluyordu,  avcıların olabilirdi.

Yıkılmış evler, bakımsızlıktan kurumuş  meyve ağaçları,  buranın  terk edilmiş bir yerleşim alanı olduğu gösteriyordu. Çalılarının arasından akan derenin sesi, sanki bir enstrümandan çıkarmış gibi insanı büyülüyordu. Çok güzel bir yerdi. Bu nedenle öğle olmadığı halde, azıklarımızı  burada su sesi dinleyerek yemeye karar veriyoruz.   

Yemekten sonra etrafı dolaşan bir arkadaşımız, yukarıda bir kulübede yaşlı bir adamın oturduğunu  söyleyince, merak edip  adamı görmeye gidiyorum.   Etrafıma yaşlı adamı görmek için  bakınırken, birden heyecanlanıyorum. Yıllar önce bir deniz kazasında  kaybolan, bu nedenle mezarı dahi olmayan babamı gördüm sanıyorum. Beyaz sakallı adam babama o kadar çok benziyor ki, içimi  tuhaf bir duygu kaplıyor. Selam verdikten sonra, yanına  oturuyorum. 'Hoşgeldiniz'  diyor.

Ali Dayı Bulgaristan göçmeniymiş, Ayşe teyze ( eşi )  öldükten sonra burada  tek başına  yaşamaya başlamış. Köy, on beş yıl kadar  önce 5 km. uzakta, yol kenarında  bir yere taşınmış. Daha önce birkaç komşusu varmış, hepsi de  ölmüş. 'Ben de ölünce artık burada kimse kalmıyacak' diyor.

Çocukları olup olmadığını soruyorum.  Biri kız iki çocuğu olduğunu söylüyor. 'Şehirde yaşıyan bir kızım var, sağ olsun her hafta sonu  geliyor ve bana bakıyor' diyor. Oğlundan söz etmiyor.
Tek başına yaşamaktan korkmuyor musunuz?  deyince, tebessüm ediyor. Bu sırada avcıların sandığımız köpek yanımıza geliyor, başını okşuyorum. Karabaş'ı çok sevdiğini, onunla beraber yaşadığını anlatıyor.

Arkadaşlarımın  gidiyoruz diye seslenmesi üzerine, istemeyerek, sohbetimizi  kesip  kalkıyorum.
İçimde, ilk defa karşılaştığım bu yaşlı adama  karşı sıcak   bir  duygu oluşuyor. Sanki yıllarca beraber yaşadığımız bir insandan ayrılıyormuşum gibi hüzünleniyorum. Yaşlı adam zorlukla yerinden kalkarak  beni yolcu etmeye çalışıyor, gözlerinin iyi görmediğini anlıyorum.. Elini öpüyorum, birden bana sarılıyor, gözlerim yaşarıyor.  'Murat'a, oğluma çok  benziyorsun' diyor.

Aradan bir ay  geçmesine rağmen, ormanda tek başına yaşıyan  Ali Dayı'yı bir türlü unutamıyorum. İçimde ona karşı her gün biraz daha sevgi oluşuyor.   Ali Dayı'yı görmek için tek başıma ormana gitmeye karar veriyorum. 

Kulübenin kapısında beni Karabaş karşılıyor.  Kapı kapalı, Ali Dayı yok.  Ali Dayı'nın oturduğu tahta  kanepeye oturuyorum ve  getirdiğim ekmeği köpeğe veriyorum. Hayvanın çok aç olduğu anlaşılıyor. Daha sonra, köpek  beni  ormanın içine doğru götürüyor.  300 metre  kadar gidince bir mezarlığa varıyoruz. Köpek, yeni gömülmüş bir  mezarın başında duruyor.  Ali Dayı'nın öldüğünü anlıyorum. Daha önce  gelmediğim için kendimi suçluyorum.
Ali Dayı'nın mezarının yanında, üzerinde Ayşe Tunç ve Murat Tunç yazılı iki mezar daha var. Murat Tunç on yıl önce askerde  şehit düşmüş. Ali Dayı'nın mezar taşına ise şöyle bir not düşülmüş.
                                                              ALİ  TUNÇ
ÖLÜNCEYE KADAR, HER GÜN, BURADA YATAN ŞEHİT  OĞLUNU VE EŞİNİ ZİYARET EDEREK ONLARI HİÇ YALNIZ BIRAKMAMIŞTIR.

Birden aklıma Ali Dayı'ya çok benzeyen, ben ölünce mezarıma ağaç dikin diye vasiyet eden  babam geliyor.   İtina ile bir ağaç fidanını sökerek  Ali Dayı'nın mezarının üstüne dikiyorum.
Bundan sonra artık, mezarını ziyaret edebileceğim  benim de  bir babam olacak.

A Kadir Bekçi
29 Kasım 2016, Bahçeköy / Seferihisar





28 Kasım 2015

YEŞİL KURBAĞALAR

Yeşil Kurbağalar / Hikaye.

Dedemle doğa  yürüyüşüne çıkmıştık. Dedem, bugün seni daha önce gitmediğimiz bir yere götüreceğim dedi. Gideceğimiz yeri çok merak ediyordum.  Dedem, ben de HES yapıldıktan sonra hiç gitmedim dedi. Daha sonra da HES'in ne olduğunu anlattı. Derelerden hidroelektrik enerji  elde edilmesi için yapılan santrallere kısaca HES denirmiş. Suyun boşuna akması yerine elektrik elde edilmesi için kullanılması bana mantıklı geldi. Dedem, halkın çoğunun  HES'lere karşı olduğunu ama bunu ilgililerin dinlemediğini belirtti.

HES'in  yapıldığı dereye geldiğimizde su çok azdı. Hatta derenin bazı yerlerinde su hiç akmıyordu, sadece yer yer durgun su birikintileri vardı. Dedem, "doğrusu bu kadarını da beklemiyordum" dedi. "Vildansızlar, her şeyi mahvetmişler, ben eskiden burada balık tutar, yüzerdim, şimdi yabani  hayvanlara içecek  su bile kalmamış" dedi.
Bu kadar suyun nasıl yok olduğunu anlamamıştım.

Dere yatağından yürürken,  kuru  yapraklara basınca çıkan ses hoşuma gidiyordu. Eskiden suların  aktığı buralarda  şimdi sadece   çakıl taşları ve kumlar vardı.   Topladığım renkli taşları, çantasına koyması için dedeme veriyordum.
Birden önümüzde  bir yılan belirmişti, dedem "korkma, kurbağa avlamak  için gelmiş " dedi. Yılan çalıların arasında kayboldu.

Dereden çıkmış  kıyısındaki patika yolda ilerlemeye  başlamıştık. Yeşil bir kurbağa yolda hareketsiz duruyordu. Dedem, kurbağayı  tutu, kaçmıyordu, ya da kaçamıyordu. Dedem  ölmek üzere olduğunu söyledi. Sırt çantasından çıkardığı suyu kurbağanın üzerine boşaltınca birden sıçradı, ama bir kaç adım sonra tekrar durdu.

Dedem  kendi kendine yüksek sesle  konuşmaya başlamıştı, çok kızmıştı, onu hiç böyle görmemiştim.  "Doğanın dengesini bozdular, her şeyi mahvediyorlar,  doğanın intikamı çok kötü olacak" diyordu.
Bir süre sonra, benim söylediklerinden  etkilendiğimi anlamış olacak ki sesini azalttı. Daha sonra da; Doğada bir denge olduğunu, bunun insanlar tarafından bozulabileceğini, doğal olayların bir zincirin halkaları gibi olduğunu, bunlardan birinin zarar görmesi halinde zincirin yani  doğanın bundan etkileyeceğini, bunun sonunda hiç tahmin bile edemeyeceğimiz çevresel felaketler olabileceğini anlatmaya başladı.

Dedemin söyledikleri beni korkutmuştu. Okulda öğretmenimiz  bunlardan hiç  bahsetmemişti. Dedeme,  insanlar o zaman  niçin doğanın dengesini  bozuyor?, devletler neden  onlara ceza vermiyor dedim. Dedem bir süre konuşmadan yürüdükten sonra;  "Bunları biraz daha büyüdüğün zaman ancak  anlayabilirsin dedi,  daha yaşın bunları anlaman için  çok küçük" dedi.  Daha sonrada zaten çoğu şeyi devletler yapıyor, kimi kime şikayet edeceksin dedi. Dedemi ilk defa bu kadar karamsar ve düşünceli  görüyordum.

Eve döndüğümüzde  kafamda hala  dedemin söylediği şeyler  vardı. Birileri doğaya zarar veriyor, ama cezasını bütün insanlar, canlılar  çekiyordu. Üstelik telafisi mümkün olmayan şeyler olabileceğini söylüyordu dedem. Bunları öğretmenime de sormaya karar verdim.
Bu sırada annemin " acıkmadın mı sen, gel dedenle yemek ye" demesini bile  duymamazlıktan geldim. Problemi çözer gibi bütün aklımı  bu konuya vermiştim. Annem, "ne oldu buna, her zaman eve gelir gelmez acıktım derdi"  deyince,  dedem olanları bir bir  anlattı.

                                                  xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Uyandığımda korkumdan  kan ter içinde kalmıştım.  Rüyamda yüzlerce  kurbağa  üzerime doğru geliyordu. Annem, iç şu suyu, niye o kadar çok korktun? ne gördün rüyanda diye soruyordu. Bilmiyorum, kurbağalar üzerime doğru  geliyorlardı, uyandırmasaydın uçurumdan aşağı  düşecektim dedim.

Annem, dedenin  anlattığı yeşil  kurbağalar mı dedi. Evet, ama ben onlara bir şey yapmadım dedim. Sularını ben kesmedim, doğanın dengesini ben nasıl bozacağım  diye ağlarken dedem de uyanmış  odama gelmişti. Sıkıca dedeme  sarıldım, beni kendi  yatağına götürdü, yeşil kurbağalar tekrar rüyamda bana  saldırmasınlar diye o gece hiç uyumadım.

A, Kadir Bekçi

30 Nisan 2015

ÖLMEZ ÇİÇEK ( Helichrysum )

Helichrysum cinsinin  bütün dünyada 600, yurdumuzda ise 24  türü tespit edilmiştir.  Helichrysum türlerinin  çiçekleri koparıldıktan sonra da uzun süre  şeklini ve rengini  bozulmadan korur. Bu nedenle adına  'ölmez çiçek' denir,  kurutulmuş çiçek olarak da  kullanılır.  Bazı helichrysum türleri süs bitkisi olarak yetiştirilir. 
Kurutulmuş  ölmez çiçek  ( Şirince / Selçuk )
Papatyagiller ( Asteraceae )  familyasının 'Helichrysum' cinsini  oluşturan bitkilere, yurdumuzda genel olarak  'ölmez çiçek' ya da 'altın otu' denir. Çok yıllık olup, yünlü gibidir,  genel olarak güzel kokulu ve  sarı renkli  çiçekli olur. 
Bazı helichrysum türlerinin anavatanı  Avrupa kıtasıdır. Afrika, Avustralya ve Asya kıtasında doğal olarak yetişir. Yurdumuzda oldukça yaygındır,  bazı türleri  endemik olup  sadece yurdumuzda yetişmektedir.  
Ölmez çiçek, yurdumuzun  hemen hemen bütün bölgelerimizde yetiştişen sevilen bi kır çiçeği olduğu kadar,  ayni zamanda çok bilinen ve kullanılan   tıbbi bir bitkidir.  Bu nedenle çok fazla yöresel adı vardır.  Bunlardan bazıları çöyledir;  Altın çiçek, Altın otu, Mantuvar otu, Yayla çiçeği, Herdemtaze, Solmaz çiçek, Güneş çiçeği, Güve otu, Uludağ çiçeği, Kudama, Arı çiçeği, Yahudi otu, Dudiye,  Kalisar çiçeği, Çoban çiçeği, Sarı kedi ayağı ......vs.

Helichrysum çiçeği  küçük küreler halinde olup sarı renklir  ve  şemsiye gibi bir  yapı oluşturur.  Keskin ve güzel kokuludurlar. Nadir olarak bazı türleri beyaz, turuncu ve kırmızı renkli çiçek açar. Yaprakları, gövdesi gri renkli ve  yünlü gibidir.

Ölmez çiçek, Balkaymam,  Altınotu ( Helichrysum italicum )
 ( Dilek Yarımadası / Aydın )
Geçen yıl bahçeme  diktiğim altın otu / Balkaymak 
 ( Helichrysum italicum  )
Bir adı da Altın otu olan ölmez çiçek. 

Ölmez çiçek, güneşli yerleri ve taşlık toprakları sever, kümeler halinde bulunur.  Soğuğa, sıcağa ve kuraklığa dayanıklıdır.
Kurutulmuşu uzun süre bozulmadan durabilir. Ayni zamanda şifalı bir bitkidir. Eskiden beri bazı hastalıkların  ( iltihap önleyici, safra ve idrar söktürücü, iştah açıcı v. s ) tedavisinde kullanılmıştır. Güveye karşı kullanılır, bu nedenle 'Güve otu' da denir. Bazı türlerinden çay yapılır,  boya ve esans  elde edilir. 
Ölmez çiçek,  tohumla ve kökten ayırma ile üretilir. Fazla bakım istemez, günşli yerleri sever. 

 Giresun - Sivas yolu üzerinde bulunan Eğribel Geçidi'nde, 'Dudiye'
olarak  da bilinen ölmez çiçek  satan bir genç. 

                                                        SOLMAZ ÇİÇEK ( Hikaye )

Gönül ferman dinlemez diye boşuna dememişler.  Çoban, davarlarına baktığı ağasının  kızına aşık olur, olmasına da....!  Ağanın,  kızını  çobana  vermeye hiç mi hiç niyeti yoktur. Davul bile dengi dengine çalar der, içinden.  Ancak kızının da çobanda  gönlü olduğunu anlayınca, hemen reddetmez. Çobana, kızına davarlarını  otlattığı yayladan solmadan bir kır çiçeği getirmesini şart koşar. Ancak, çoban ne kadar çabalasa da hiç bir  kır çiçeği  bu kadar uzun yola solmadan dayanamaz. 

Sonunda, ayakları yara bere içinde kalan  çoban yataklara düşer.  Bu arada, anasının yaralarına sürmek için kırlardan topladığı altın  renkli bir  çiçeğinin  günlerdir  başucunda solmadan durduğunu fark eder.  Çiçekleri alan çoban  tekrar yollara  düşer.  Köye geldiğinde çoban, çiçekler  hala  yeni koparılmış gibi canlı ve tazedir.

Çoban muradına ereken,  bu yayla çiçeğinin adı da  o günden sonra 'solmaz  çiçek' kalır.
A. Kadir Bekçi
Bahçeköy / Seferihisar 

1 Nisan 2015

MERCAN ÇİÇEĞİ ( Güneşe Aşık Çiçek )

Mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis )
Mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis ),  sinirotugiller ( Plantaginaceae ) familyasından, çok yıllık ve  yarı çalımsı otsu bir bitkidir. Anavatanı Meksika ve Guatemala'dır. Adına, çiçeklerinin kırmızı renkte ( mercan rengi ) olmasından dolayı  mercan çiçeği  denmiştir. Ancak, az da olsa  sarı ve pembe çiçek açan çeşitleri de vardır. Tropikal ve suptropikal iklimlerde yetişir.  Ruzelya, çeşme çalısı ve şamdan çiçeği de denir. 
Sarı renkli mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis )

Ruzelya ( russelia ), çiçeklerini yay şeklinde ki  ince ve uzun olan  dalların uclarında açar. Bol, bol dal vererek çoğalır.   Boru şeklinde ki  çiçekler ince ve uzundur.  Yaprakları yeşil renkli, küçük ve  pul şeklindedir. İklim şartlarının uygun olduğu (  sıcak ) yerlerde,  yıl boyu çiçek açar. Daha çok saksıda yetiştirilir, kışın fazla soğuk  geçmeyen  yerlerde park ve bahçelere dikilir.  Bol güneşli  yerleri sever, yarı gölge yerlerde de yetişir.  Yazın su isteği çok fazladır.  Toprağının geçirimli, nemli ve humus bakımından zengin olması gerekir. Soğuğa fazla  dayanıklı değildir. Kışın gövdesi kurursa korkmayın, baharda tekrar  filizlenir.
Kırmızı ve sarı mercan çiçekleri.
( Russelia equisetiformis )  

Mercan çiçeği, kökünden dallar vererek büyür, ayrıca yere değen kısımlarından kök vererek çoğalır.Yere sarkan dallarının  bir  sırığa bağlanması ve zaman zaman yaşlı ve kötü  dallarının kesilmesi gerekir.
Oldukça dekoratiftir bir bitki olan mercan çiçeği  fazla bakım istemez. Akdeniz iklimi görülen kıyı bölgelerimizde daha çok yetiştirilir. Soğuk olan  yerlerde saksı çiçeği olarak  yetiştirilir. Çelikle ve kökten ayırma ile üretilir.

( Bu çiçekle ilgili bir de hikayem var ( aşağıda ), umarım beğenirsiniz. 

Güneşe aşık çiçek ( Hikaye )
                                                             GÜNEŞE AŞIK ÇİÇEK
Bir zamanlar dünyanın bilmem neresinde, halkı çok yoksul ve bir o kadar da mutsuz olan bir ülke varmış. Ülkeyi yönetenler halka o kadar çok kötü davranıyormuş ki, herkes korku içindeymiş.  İşin daha  kötüsü, kimse bu durumdan nasıl kurtulunacağını bilmiyormuş, adeta ölümden medet umuyorlarmış.  Ölenler için, kurtuldu artık  bu işgenceden diye seviniyorlarmış.
Ülkede bir de, hasta olduğu için doktorların  evinden çıkmasına izin vermediği  genç ve  zeki bir adam yaşamaktaymış. 

Doktorlar  genç adama,  güneş  görünce öleceği için evinden çıkmasına izin vermiyormuş. Bu yüzden o da herkes gibi  çok mutsuzmuş, güneşte,  özgürce dolaşmak  istiyormuş.
Bu nedenle her sabah uyanınca;  penceresinin önündeki,  güneşi çok seven mercan çiçeğine bakarak bu özlemini gidermeye çalışıyormuş.

Genç adam sonunda,  bir gün, evinden çıkmaya karar vermiş. Nasıl olsa öleceğim, hiç olmazsa ölmeden, bir gün dahi olsa özgürlüğün tadını çıkarayım demiş.  Asıl amacı ise, ne yapacağını bilmeyen halka yol göstermekmiş.

Halk, bir günlük özgürlük / mutluluk için ölümü göze alan bu genç adamdan çok etkilenmiş. Özgür olmadan mutlu olunamayacağını, bunun ise bir  bedeli olduğunu  anlamış. 
Genç adamın penceresinin önündeki mercan çiçeğini  mezarının başına dikmişler. 
Korkularını yenerek,  hep beraber  haksızlıklara karşı mücadele etmeye  başlamışlar... 
Bu nedenle güneş görmeyince  çiçek açmayan mercan çiçeği,  o günden  sonra  özgürlük mücadelesi verenlerin  sembolü olmuş. 

A  Kadir Bekçi


  Mercan çiçekleri ( Russelia equisetiformis ): 

Mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis )
Sarı çiçekli mercan çiçeği, Ruzelya 
( Russelia equisetiformis )
Bir adı da 'kırmızı şamdan çiçeği' olan  mercan çiçeği
( Russelia equisetiformis )

Yağmurdan sonra.
( Russelia equisetiformis )

Mercan çiçekleri ( Russelia equisetiformis ) 

( Bu yayın son olarak 15. 06. 2023 tarihinde güncellenmiştir. )

21 Şubat 2013

DEDEMİN KAKTÜSÜ

Dedemin kaktüsü ( Hikaye )
Her yaz birkaç aylığına dedemin Urla'daki yazlığına giderdik, buralar o zamanlar  yazlıktan çok köy gibiydi;  çoğu ev  tek katlı ve gösterişsizdi, bazıları ise bakımsızlıktan  yıkılmış ve boştu. Rastgele, plansız bir şekilde  yapılmış olan bu evler birbirinden oldukça uzak da ve geniş bahçeliydiler.

Çiçekleri ve bitkileri çok seven dedem, emekli olunca buraya yerleşmişti. İki yıl önce babaannem ölünce de, tek başına yaşamaya başlamıştı. Tek katlı evinin oldukça geniş olan  bahçesinin her tarafına değişik bitkiler, meyve ağaçları, çiçekler dikmişti. Bugün bildiğim  bir çok çiçek ve bitkinin adını, o zamanlar dedemden öğrenmiştim.

Dedem, fazla konuşmazdı, ama güleç yüzlüydü, zamanının büyük kısmını çiçekleri ile, bahçeyle ve çevreye diktiği ağaçlarla uğraşarak geçirirdi. Geceleri de kitap okur, bazen de gelen misafirlerle sohbet eder, kağıt oynarlardı.

Dedemle bahçede dolaşmayı,  sulama yaparken ona yardım etmeyi çok severdim, bana yeni diktiği bitkileri tanıtır, onlarla ilgili bilgi verir, bazen de hikayeler anlatırdı.
Belli etmese de dedem beni çok severdi; 'Ben ölünce bu bahçeye sen bakacaksın', derdi.
Bende dedem gibi toprakla uğraşmayı, kedi ve köpeklerle oynamayı  çok severdim. Bu nedenle, yaz gelince  dedemin yanına gideceğimiz için çok sevinirdim.

O yıl ilkokula yeni başlamıştım, her yıl olduğu gibi yine  tatilimizi  dedemin yanında geçiriyorduk. Babamın beni denize götürmediği zamanlar da, mahalledeki çocuklarla, çoğu zaman   dedemin bahçesinde top oynardık. Beni  şişman olduğumdan hep   kaleci yaparlardı, gol yiyince de, suçlarlar, alay ederlerdi. Bu yüzden, belli etmesem de onları  pek sevmezdim.

Bir gün dedem kasabaya inince, evde benden başka  kimse kalmamıştı. Arkadaşlarıma, sonunun nereye varacağını düşünmeden bir oyun oynamaya ve onlardan intikam almaya karar verdim.

Dedem, bazı çiçeklerin  böcek ve hayvanları yiyerek beslendiğini anlatmıştı. Bahçeye çağırdığım arkadaşlarımı dedemin dev kaktüsünün olduğu yere götürerek, diğer ağaçlara benzemeyen bu garip çöl bitkisinin dikenlerine taktığım tüyleri gösterdim.  Bunların bir süre önce  kaybolan kedimizin ait olduğunu, onu bu  kaktüsün yediğini, bizi bile yiyebileceğini, bu nedenle onu öldürmemiz gerektiğini söyledim.
Kaktüsü onlara parçalatıp, sonrada dedeme şikayet edecektim. Arkadaşlarım bu hikayeye pek fazla inanmış görünmeseler de, teklifim hoşlarına gitmişti.

Topladığımız taş ve sopalarla kaktüse savaş açmıştık.  Bir anda koca kaktüs yerle bir olmuştu. Kopan parçalarını ayaklarımızla ezerken, öldürdük seni canavar diye sevinç naraları atıyorduk.

Dedem, beklediğimden önce eve gelince; beni de arkadaşlarımla beraber kaktüsü çiğneyip  ezerken görmüştü, çocuklar ise kaçmışlardı.

Bu olaydan sonra, dedem benimle bir daha konuşmamıştı, arkadaşlarım da dedemin bahçesine top oynamaya gelmemişlerdi.
O yaz tatilden  dönerken;  dedem beni ilk defa  öpmemişti, sadece arkamızdan el sallamıştı. Bu benim dedemi son görüşümdü. O kış dedem ölmüş, yazlığı ise bir süre sonra satılmıştı. Biz de bir daha Urla'ya gitmemiştik.

                               -----------------------------------------------------------------------

Koca çam ağaçlarının gölgelediği parkta bir süre dinlenip çay içtikten sonra, gitmek için kalkmıştık. Sıcak ve bunaltıcı bir hava vardı, koluma giren torunumun yanında zorlukla yürüyordum. Seksen beş yıl sonra torunumun Urla'ya tayin olması, benim bir daha dedemin yaşadığı, çocukluğumun geçtiği bu yerleri gelip görmeme vesile olmuştu.

Her şey nasıl bu kadar  değişmişti? Bahçelerinde top oynadığımız, çeşitli meyve ağaçların, zeytinlerin, kaktüslerin, sardunya çiçeklerinin olduğu, teraslarında üzüm asması, sellukalar olan o  tek katlı evlerden artık eser kalmamıştı. Dedemin bahçesinin olduğu yere kocaman bir  apartman yapılmıştı, her yer  binalarla dolmuştu. Kuş ve köpek seslerinin yerini araba gürültüleri almıştı, binaların arasından deniz zorlukla görülebiliyordu.
Burası, benim bildiğim, çocukluğumun geçtiği, dedemin yaşadığı yerler değildi!

Buraları tekrar gördüğüme sevinememiştim. Torunum giderken, 'İyi ki bu ağaçları dikmişler, yoksa bu sıcakta bura da oturamazdık'  dedi.
Bunlar  dedemin diktiği fıstık çamı ağaçlarıydı. Bidonlarla taşıdığı sularla, keçilerden koruyarak, bin bir güçlükle onları büyütmüştü.

A.Kadir Bekçi

24 Ocak 2013

SARI PAPATYA ( Hikaye )

Karahindiba, nam-ı diğer  'Sarı papatya' / Hikaye.
Maho ( Mahmut ), annesi onu doğururken öldüğü için  'ben katil olarak doğmuşum.' diyordu. Babası ve üvey annesi tarafından devamlı dövülüp istenmediği için de 12 yaşında evden kaçıp İstanbul'a gelmişti.  Gidecek hiç bir  yeri olmadığı için de parklarda yatmış, çöplerden topladığı ekmekleri yiyerek, hırsızlık yaparak büyümüştü.

17 yaşında bir kavgada gözünün birini kaybedince,  adına bir de kör sıfatı eklenmiş.
Arkadaşları ile birlikte işledikleri bir suç onun üzerinde kalınca, 8 yıl yattığı cezaevi yılları onun için iyi bir eğitim olmuş.
Cezaevinden çıktığında artık o eski Maho değildir.  Hiç bir şeyden korkmayan, kimseyi sevmeyen, acımasız bir insan yapmıştır.  Cezaevi onu ıslah edeceğine  tam bir  canavar yaratmıştır.

Kör Maho, kısa zamanda kurduğu çetesi ile adını yeraltı dünyasında duyurur, artık o herkesin korktuğu ünlü bir mafya babasıdır.  İşlemediği suç, girmediği pis iş kalmaz, defalarca cezaevine girer çıkar, her defasında daha da güçlenir, namı her yer de duyulur.
Ancak sonunda  idam cezası  yiyince, artık onun için yolun sonu görünmüştür. Su testisi su yolunda kırılacaktır...
                                       xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Kovuşa geldiğimde, tek boş yer onun ranzasında olduğu için alt üst yatmaya başlamıştık.  Maho  esmer,  iri yarı ve karanlık  bakışlı bir adamdı.  Fazla konuşmazdı, ancak söyledikleri kovuşta emir kabul edilirdi. Gardiyanlar da ondan mahkumlar gibi  çekinir ve korkarlardı.
Bir gün kitap okurken 'baksana!'  demesi ile başlayan diyaloğumuzun, o zaman  arkadaşlığa dönüşeceğini hiç düşünmemiştim.

 Ölüm cezası yargıtay tarafından da onaylanmıştı. İlkokul üçüncü sınıfa kadar gittiğinden,  gelen resmi  yazıları bana okutup açıklatıyordu.
Herkesin korkup yanından kaçtığı  bu insan,  belki de gazeteci olduğum için ilgimi çekmeye başlamıştı. Hayat hikayesini kendinden dinlemek  istiyordum.
Bir gün kovuşta çıkan bir kavga bizi birbirimize iyice yaklaştırmıştı. Artık her yere beraber gidiyor ve birlikte hareket ediyorduk.

Cezaevi avlusunda birlikte volta atmaya başlamıştık.  Çok az konuşan Maho, bana hayat hikayesini en ince detaylarına kadar anlatmaya başlamıştı.
Her şeyi daha  güçlü olmak için yaptığını söylüyordu. Kanun, hukuk onun için boş şeylerdi. Güçlü olanın her zaman haklı olduğunu, bunun için de kötü olmak, kimseye acımamak lazım diyordu.

En çok otuz yıldır gitmediği köyünü özlediğini söylüyordu, öğretmenini, köpekleri Karabaşı, beraber oynayıp okula gittikleri komşularının sarı saçlı kızı Elif'i  hala unutmamıştı. Ondan  söz ederken gözlerinin içi gülüyordu. Belki evlenmemiştir diyordu.

Kaçınca köyüne gideceğini, annesinin mezarını ziyaret edeceğini ve daha sonra da yurt dışına kaçacağını söylüyordu. Babasına olan kini hala geçmemişti, ondan söz ederken gözlerindeki nefret hala okunuyordu.

Bir gün yine avluda birlikte olta atıyorduk,  birden durdu ve yere  eğildi.  Ben yere  bir şey düşürdüğünü sandım.  Meğer, duvarın dibinde betonun çatlakları arasında bir karahindiba otunun çiçek açtığını görmüştü.
İlk defa onu bu kadar heyecanlı ve mutlu görüyordum. Bir yabani  çiçeği bu kadar çok değer vermesi beni şaşırtmıştı.
Maho, birden herkese buraya gelin diye bağırmaya başlamıştı. Mahkumlar ve gardiyanlar etrafımızda toplanmış, öyle bakıyorlardı. Maho, eli ile, ancak dikkatlice bakınca fark edilebilen karahindiba çiçeğini göstererek 'ona dokunanı yakarım!' dedi. Daha sonra da,  çiçeğin etrafını küçük bir çakıl taşı ile çizerek çember içine aldı.

Artık avluya çıktığımızda doğru karahindiba çiçeğinin yanına gidiyorduk. Betonun çatlaklarını genişletmiştik, karahindiba yaprak açmış, yeni tomurcuklar vermeye başlamıştı. Maho ona 'sarı papatyam' diyordu. Çocukluk aşkından sonra yok olan içindeki sevgi duygusunu,  bu çiçek yeniden uyandırmıştı.

Bir gece sabaha karşıydı, gardiyanlar Maho'yu  kovuştan götürmeye  geldiler. Bu kadar kısa zamanda infaz edileceğini hiç birimiz beklemiyorduk. Kaçmak için planlar kuruyordu, şaşkın ve korkmuştu, titriyordu.
Onu ilk defa böyle görüyordum. Bense ayağa kalkmış öyle duruyordum, ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Arkadaşımı idam etmeye götürüyorlardı.
Yanımdan geçerken 'sarı papatyam belki bu gün yeni çiçek açmıştır' dedi.

Sabahleyin bir an önce avluya çıkmak, karahindiba çiçeğini yanına gitmek istiyordum. Perişan bir haldeydim, arkadaşım idam edilmişti.  Gardiyanlar, mahkumlar Maho'dan kurtuldukları için kovuşu bayram yerine çevirmişlerdi.

Sonunda karahindiba çiçeğinin olduğu havalandırma alanına  gelmiştim.  Gardiyanlar  Kör Maho'nun 'sarı papatya'sını çoktan çiğneyip ezmişlerdi.  Gece arkadaşım  idama giderken ne yapacağımı bilememiş,  arkasından baka kalmıştım.  Ezilmiş olan  karahindiba çiçeğini yerden  aldım ve hüngür hüngür ağlamaya başladım.

7 Ocak 2013

FADİK İLE MOR MENEKŞE


Mor Menekşe
Zamanın birinde ormanlarla kaplı şirin mi şirin bir dağda Fadik adlı küçük bir kız ve yaşlı annesi yaşıyormuş.Fadik her gün köpekleri Horhor'la beraber keçileri Zıpzıp'ı otlatmaya gider,annesi ise onlara kulübelerinde ormandan topladığı  otlardan,mantarlardan  yemek yaparmış.

Çok fakir olmalarına rağmen küçük kız ve annesi ormanda yaşamaktan çok mutluymuşlar.Ancak bir gün Fadik'in hastalanması ile bu mutlulukları bozulmuş.Annesi ne yaptıysa Fadik'in hastalığına bir çare bulamamış,küçük kız gün geçtikçe sararıp solmaya başlamış.

Fadik, bir gün  rüyasında mor renkli çok güzel kokan bir çiçek görmüş. Annesine rüyasında gördüğü bu çiçeği koklarsa  iyileşeceğini söyleyerek bulmasını istemiş.

Mevsim kış olduğu için  çiçek açmış çok az bitki varmış,olanlarda mavi renkli değilmiş.
Küçük kızın annesi her gün dağlarda kızının istediği çiçeği arıyor eve dönerken de yemek yapmak için  karların altından ot topluyormuş.

Yine bir gün eve dönerken çalıların arasında bulduğu  menekşelerin yapraklarından  toplamış, o zamanlar bu bitki çiçek açmıyor, sebze olarak yeniyormuş.
Menekşe, küçük kızın hikayesini duyunca; ilk defa çiçek açmadığına çok üzülmüş. Keşke benimde mor renkli çiçeklerim olsaydı diye hayıflanmış.

Sabah olunca Fadik'in annesi Horhor'la tekrar  dağların yolunu tutmuş, ama yine aradığı  çiçeği bulamamış.Yemek yapmak için daha önce topladığı menekşelerin olduğu yere geldiğinde; burnuna çok güzel  kokular gelmeye başlamış. Çalıların altına eğilince, menekşelerin karların altından  mor çiçekler açtığını, bu güzel  kokularında onlardan geldiğini anlamış.

Sevinçle çiçekleri toplayarak kulübeye,kızına koşmuş. Mor menekşeleri koklayan Fadik, tekrar eskisi gibi koşup oynamaya başlamış. Horhor ve Zıpzıp'ta ona katılmışlar.

Yaşlı kadın kızının sağlığına kavuşmasına çok sevinmiş. Fadik'e, topladığı  mor menekşelerden küpe ve kolye yapmış.
Eskisi gibi ormandaki kulübelerinde hep beraber daha nice yıllar mutlu bir şekilde yaşamışlar.

4 Eylül 2012

UNUTMABENİ ÇİÇEĞİ VE BİR HİKAYE ( Aliş İle Ayşe )


Unutmabeni çiçeği (  myosotis sp )
Goate, bu çiçek için; 'En canlı çiçek,zarifin en zarifi.' demiştir

Unutmabeni ( myosotis ), hodangiller ( boraginaceae )   familyasından mavi çiçekli otsu bir bitki türüdür. Latince adının anlamı fare kulağıdır.
İlkbaharda kırlarda  mavi renkli, yıldız şeklinde, ortası sarı renkli küçük çiçekler açarlar. Azda olsa beyaz ve pembe çiçek açan çeşitlerine de rastlanmaktadır. Bazı türleri ( Myosotis scorpioides ) kültür bitkisi olaraktan da yetiştirilmektedir. Bunların çiçekleri daha  gösterişlidir.
Bazı yörelerimizde bu çiçeğe, Kuşgözü, Boncuk çiçeği de denir. Dökülen tohumlarından kendi biter. Sulak yerleri sever.

Bu çiçeğin bir çok ülkede ki adı  bizdeki gibi untmabeni'dir. Bu durum adı ile ilgili  çeşitli aşk hikayelerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle unutmabeni çiçeğine 'aşk çiçeği' de denir.

                                             ALİŞ İLE AYŞE ( Hikaye )

Bir zamanlar Anadolunun bir  köyünde  birbirini çok seven iki genç yaşarmış. Ayşe ve Aliş adındaki  bu sevgililer gizli gizli buluşup, evlilik hayalleri kurarlarmış. Aliş, askere çağrılınca, iki sevgili vedalaşmak için son kez buluşurlar.
Aliş topladığı mavi  kır çiçeklerini Ayşe'nın saçlarına takar. Ayşe'de, Onu hiç unutmayacağını, bu çiçekleri de gelinceye kadar saçlarına takmaya devam edeceğine söz verir.

Ancak bir zaman sonra köye kara bir haber gelir. Aliş, askerde ölmüştür. Ayşe derdini kimselere söyleyemez, üzüntüsünden hasta olur.  Saçlarına Aliş'inin taktığı mavi  kır çiçeklerinden takmaya devam eder.
Ailesi onu mutlu etmek için evlendirir, ama o Aliş'ini bir türlü unutamaz.

Aliş, aslında ölmemiş yanlışlıkla öldüğü bildirilmiştir. Köyüne döndüğünde; Ayşe'nin evlendiğini duyunca, üzüntüsünden köyü terk etmeye karar verir.

Aliş, sevgilisi ile vedalaştığı yere gelince, Ayşe'nin de de onu beklediğini görür. İki eski sevgili  konuşmadan öylece birbirlerine bakarlar.
Aliş; Bakışları ile, 'sözün de durmadın' der gibidir.
Ayşe, bir süre sonra koşmaya başlar, savrulan saçlarındaki kır çiçekleri yerlere dökülür.
Aliş, sevgilisinin arkasından koşar ama yetişemez. Kendini  uçurumdan aşağı  atan Ayşe'nin sesi vadide yankılanır. 'UNUTMABENİ...!'

İşte bu hüzünlü aşk hikayesinden sonra bu güzel kır çiçeğinin adı 'Unutmabeni' kalır.

A. Kadir Bekçi




8 Temmuz 2012

HASAN DAĞI EFSANESİ


Hasan Dağı Efsanesi 

Anadolunun nereye  giderseniz gidin, bir dağla karşılaşmamak hemen hemen imkansızdır. Kiminin başı dumanlı, kiminin karlı, sıra sıra ya da yalnız başınadır. Tarihte çeşitli uygarlıklara beşiklik etmiş olan bu topraklar, coğrafi bakımdan adeta bir dağlar ve yaylalar diyarıdır.
Bu yüzden dağların kültürümüzde önemli bir yeri vardır. Anadoluda yaşamış olan toplumların ruhu, kültürü bu dağlarda yoğrulmuştur. Köroğlu, Karacaoğlanı, Dadaloğlu ve daha nice halk kahramını bu dağlar sayesinde halk kahramanı olmuştur. Bu nedenle çoğu türkülerimizin sözleri, efsanelerimiz dağlarla ilgilidir. Onları dinlerken bir an kendinizi bu dağlarda, yaylalarda bulursunuz. 

Çoğunun adını dahi bilmediğimiz bu dağların bazıları da aynı adı taşır, sanki başka bir ad yokmuş gibi.  Hasan dağı, Murat dağı, Kara dağ... gibi. Her birinin ayrı birer efsanesi hikayesi vardır, bu dağlarımızın. 

Hikayesini anlatacağım yerin adı da Hasan dağı, ama burası öyle çok bildik bir yer değil. Belki de öyle bir dağ aslında hiç yok!
Bu dağın en büyük özelliği ise, çevrede tek bir ağaç dahi olmadığı halde üzerinin ormanlarla kaplı olması. İşte efsanemiz de bununla ilgili.

Bir zamanlar Hasan adında  bir çoban ailesi ile birlikte, keçilerini otlattığı bir dağdaki kulübesinde yaşarmış. Bir gün evine döndüğünde çok sevdiği eşinin ve çocuklarının eşkiyalar tarafından öldürülmüş olduğunu görünce, üzüntüsünden deliye dönmüş. Eşinden ve çoçuklarından ayrılmak istemediği için de, onları kulübesinin içine gömmüş. Akşam olunca da, rüyasında eşini ve çocuklarını görme umudu ile erkenden yatarmış: Bir gece rüyasında onları çok mutlu bir halde görmüş. çeşitli hayvanların, kuş seslerinin olduğu bir ormanda yaşıyorlarmış.      

Hasan, o günden sonra bu dağı rüyasındaki gibi hayvanların, kuşların yaşadığı bir orman haline getirmeye karar vermiş. Diktiği fidanları kurumaması için  keçilerinin sütleri ile sulamış, kavalı ile onlara  sevgisini anlatırmış. Ağaçlar büyüdükkce bir  ailesi gibi olmuşlar. Halk onun delirmiş olduğunu kabul etmiş ve buraya o'nun adından dolayı Hasan dağı demeye  başlamışlar. 
Ancak Hasan'ın  bu sevgi ve çabası boşa gitmemiş, koça dağ yavaş yavaş yeşererek bir ormana dönüşmüş ve her yer  gelen  hayvanlarla  ve kuş sesleriyle  dolmuş.
                                                                    x   x   x
Yol olmadığı için makiliklerin arasından dağın zirvesine çıkmamız kolay olmuyor. Burası düz bir yer, dağın zirvesi zamanla aşınmış. Orman yana yana makiliğe dönüşmüş, çok az çam ağaç kalmış. Bir kayanın altından su çıkıyor, eskiden daha gür akıyormuş: Yorgunluğumuzu su içerek gideriyoruz.   . 
Rehberimiz, efsaneye göre Hasan'ın burada yaşamış olduğununun inanıldığını söylüyor. Suyun  ise Hasan'ın mezarı kazılırken çıktığına inanılıyormuş.  Etraftaki çalılara gelenler dilek için bez parçaları  bağlamışlar. Bu sudan içenlerin ise cennette Hasan'ın ile  komşu olacağına inanılıyormuş. Bunu duyan arkadaşlar tekrar su içmeye gidiyor: 

Hasan dağından indikten sonra, bir başka efsanenin izini sürmek için Anadolu bozkırındaki yolculuğumuza devam ediyoruz. Etraf sararmış otlarla kapılı, bozkırda tek bir ağaç bile yok. Yaz sıcaklarının etkisiyle doğa can çekişmeye başlamış.
Gözlerimi kapıyorum....her taraf yemyeşil ve ağaçlık, kuş sesleri su seslerine karışıyor.

A.Kadir Bekçi 
Bahçeköy / Seferihisar (  8. 7. 2012 )

8 Haziran 2012

NAR ÇİÇEKLERİ ( Nargül )

En güzel çiçek açan meyve ağaçlarından  biri de nardır ( Punica granatum ). Güle benzeyen nar çiçeklerine, bu yüzden 'nargül' de denir.
Nar ağacının  çiçeği gibi  meyvesi de oldukca  hoş görünüşlü ve dekoratiftir. Bu nedenle park ve bahçelere süs bitkisi olarak da dikilmektedir. Ayrıca, bazı süs nar çeşitleri saksıda da yetiştirilir  (   Punica granatum "nana" ). Bonsai  yapılır. 
Bu güzel ağacın tek kusuru,  gövdesinin dikenli olmasıdır. E...,artık narı seven de bu kadar kusuruna bakmaz herhalde.
Nar ağacı, her ne kadar  kırmızı renkli çiçekleri ile ünlü olsa da, bazı süs narı çeşitleri katmerli, beyaz, sarı ve ebruli çiçek açar. 

Ayrıca, nar ağacı ile ilgili diğer bir yazımı, burayı  tıklayarak  okuyabilirsiniz.  Aşağıda nar ağacı ile ilgili küçük bir de hikayem var, umarım beğenirsiniz.

                                                       NAR AĞACI ( Hikaye )

Bir zamanlar  nar ağacı çiçek açmayan, meyvesi olmayan  bir bitkiymiş. Bu nedenle de kimsenin ilgisini çekmezmiş. Bu duruma çok üzülen  nar ağacı güzel çiçekler  açan, meyve veren ağaçları kıskanır onlar gibi güzel çiçekleri olsun, herkesin sevdiği meyveleri olsun  istermiş. Özellikle gül gibi güzel çiçek açmak,  elma, armut gibi herkesin severek yediği meyvesi olsun istermiş.

Bir gün bitkilerin  toplantısı varmış, bu nedenle bütün ağaçlar en güzel halleri ile toplantıya katılmak için hazırlanmaya başlamışlar.  Nar ağacı gülden yardım istemiş. Gül, en güzel goncalarını kopararak ona vermiş. Ancak, nar ağacı toplantıya dallarına taktığı gül goncaları ile gelince diğer ağaçlar onunla alay etmişler.

Üzüntüsünden içine  kapanan nar ağacı aylarca hiç bir ağaçla konuşmamış.  Bahar gelince ağaçlar yine en güzel çiçeklerini açmaya başlamışlar, nar ağacı yalnız ve mutsuzmuş.

Nar ağacı  bir sabah kalktığında gözlerine inanamamış, çünkü dalları gül kadar güzel, kıpkırmızı çiçeklerle doluymuş. Bu duruma  gül de çok  sevinmiş. Bu nedenle nar çiçeklerine 'nargül' denmiş. 
Ve nar  ağacı,  o günden sonra hem çiçeği,  hem de meyvesi ile çok sevilen bir ağaç olmuş.

A Kadir Bekçi
           
                                                 NAR ÇİÇEKLERİ ( Nargül ) 

Nar ağacı ve çiçekleri
"Gülnar" da denilen nar çiçekleri
Katmerli ve ebruli nar çiçeği
Nar çiçeği
Katmerli beyaz nar çiçeği
Nar çiçekleri
Kırmızı katmerli nar çiçeği
Nar ağacı ve çiçekleri
Hem çiçek hem meyve bir arada.

( Bu yayın son olarak 03. 07. 2013 tarihinde güncellenmiştir. )

24 Nisan 2012

SERVİ AĞACI İLE PONPON GÜL ( SERVİGÜL )

Servi Ağacı İle Ponpon Gül ( Hikaye )

O bahçedeki tek servi ağacıydı, bahçe kapısının yanında, caddenin kıyısındaydı. Beş yıl önce kendisi ile beraber,  kapının diğer yanına dikilmiş olan servi ağacını yolu  genişletirken kesmişlerdi.  Bu nedenle servi ağacı büyüdükçe kendini yalnız ve mutsuz hissetmeye başlamıştı.  Gittikçe uzayan boyu onu, bahçedeki diğer ağaçlardan her yıl biraz daha uzaklaştırmaya başlamıştı. Adeta gökyüzünde tek başına, yapayalnız  kalmıştı. Ara sıra dallarına konan kuşlarda olmasa, kimsenin ondan haberi bile olmayacaktı.

Bir gün bahçe sahibi, yeni satın aldığı gül fidanı dikmek için  servi  ağacının dibini kazmaya başladı.  Kazma seslerini duyan servi ağacı, dibinde bir  çukur kazıldığını görünce çok korkmuştu, 'Eyvah, arkadaşım gibi benimde sonum geldi herhalde' dedi.

Ancak korktuğu olmamıştı, adam kazdığı çukura elindeki gül  fidanını  dikerek oradan gitmişti. Servi ağacı dibine başka bir ağacın  dikilmesinden hoşlanmasada, yine de kendine bir şey olmadığı  için  sevinmişti. İçinden de; 'benim gölgemde o fidan burada zor  büyür' dedi.

Bahçe sahibi, servi ağacının dibine ponpon denilen bir tür sarmaşık gül dikmişti.  İlk yıl pek fazla gelişmeyen gül,  ikinci yıl  hızlı bir şekilde büyümeye  ve  servinin dalları arasından kıvrıla kıvrıla yükselmeye başlamıştı.

Bahar gelmiş ağaçlar çiçek açmaya başlamıştı, servi ağacı yine  kendini çok  yalnız ve mutsuz  hissetmeye başlamıştı. Dallarının arasında yükselen  sarmaşık gülü ise unutmuştu.  Bir sabah uyandığında gözlerine inanamadı, her yanında beyaz, küçük güller açmıştı, etrafında arılar, kelebekler uçuyordu.

Servi ağacı ilk defa kendini  çok mutlu hissetmişti. Artık konuşup sohbet edeceği çok güzel çiçekleri olan bir arkadaşı vardı. Yoldan geçenler,  gözlerini  üzerine kar yağmış gibi bembeyaz  çiçekler içinde olan servi aüacından  alamıyorlardı.

Sabahleyin bahçesini dolaşmaya çıkan  adam; servi ağacının dibine diktiği gülün çiçek açtığını görünce çok mutlu sevinmişti.  Beyaz ponpon güller servi ağacının yeşil dalları arasında  çok hoş  görünüyorlardı. Adam, gayri ihtiyari  'Benim SERVİGÜLÜM' dedi. O sırada rüzgarın  kopardığı küçük  bir gül goncası adamın  önüne düştü. Çiçeği  yerden alan adam,  gülü koklarken rüzgardan tepesi eğilen servi ağacı, sanki adama dibine diktiği gül için  teşekkür ediyordu.

A. Kadir Bekçi, Bahçeköy / Seferihisar.


31 Mayıs 2011

KÜPE ÇİÇEĞİ ( Fuşya )

Küpe çiçeği ( Fuchsia magellanica )
Çocukluğumda, evimizin bahçesinden hiç eksik olmayan bir kaç çiçekten biri de küpe çiçeği idi.  Bazen oyun oynarken, gizlice çiçeklerini koparır ve kulaklarımıza küpe yapardık. 
Geçen hafta İzmir'de oturan küçük kızım yanımıza  ( Seferihisar )  gelirken bir  de küpe çiçeği getirince, çocukluk yıllarım tekrar gözümün önüne geldi. Zaman ne çabuk geçmişti.

Küpe çiçeği ( Fuchsia magellanica )
Gelin şimdi de  bu güzel çiçeği biraz daha yakından tanıyalım. Belki sizde yetiştirmek istersiniz.

Küpe çiçeği  tek bir bitkinin adı değildir, küpeçiçeğigiller ( onagraceae ) familyasının fuşya (fuchsia ) cinsinden olan bitki türünün ortak adıdır.  Yüz kadar doğal türü ve çok sayıda hibrid, melez çeşidi vardır.
Bu bitkilerin çoğunun anavatanı, Amerika kıtasının  tropikal iklim görülen yerleridir.  Küpe çiçekleri otsu gibi görünseler de, aslında çok yıllık ve yarı çalı formunda bitkilerdir.

Süs bitkisi olarak yetiştirilen bazı fuşya ( fuchsia ) türleri şunlardır.
- Fuchsia corymbiflora
- Fuchsia fulgens
- Fuchsia magellanica
- Fuchsia procumbens
- Fuchsia triphylla
Bu bitkilerin  çiçekleri küpeye benzer. Taç ve çanak yapraklarının rengi farklı olur, bazı çeşitlerinin   çiçekleri ise katmerlidir.

Küpe çiçekleri havadar ve yarı gölge yerleri sever, susuzluğa  hiç dayanamaz.  Ancak, aşırı sulama bitkinin kökünü çürütür.
Kışın yapraklarını döken küpe çiçekleri böylece soğuktan kendini korur, fazla sıcağı  sevmez. Daha çok askı çiçeği olarak yetiştirilir.
Küpe çiçeği tohumla  ve çelikle üretilir.

Küpe çiçekleri  ( Fuchsia magellanica )

Küpe çiçeği ( Fuşya )

Küpe çiçeği ( Fuşya )

Halk arasında küpe çiçeğine' Küpeli'de denir.
Küpe çiçeği ( Fuchsia magellanica )

Bir adı da fuşya olan küpe çiçeği
 Çiçeklerin adlar ile ilgili  çok fazla efsane ve hikaye anlatılmaktadır.  Küpe çiçeği ile ilgili bu küçük hikayeyi de ben yazdım, umarım seversiniz.                                               

                                                    HANIMIN KÜPESİ ( Hikaye )

Ulu hükümdar  sarayında oğluna  evleneceği kızı seçmesi için, ülkesindeki  bütün genç kızların katılacağı büyük bir  şölen düzenlemiştir.  Prensin beğendiği kız saraya hanım ( sultan) olacaktır. Bütün genç kızlar en güzel elbiselerini ve takılarını takarak saraya gelirler.

Prens, sarayın bahçesinde dolaşırken kulaklarında kırmızı çiçeklerden küpeler olan bir kız görür ve çok beğenir.   Çok yoksul oldukları için bu kızcağız,  kulaklarına küpe yerine bahçelerinden topladığı kırmızı renkli çiçekleri takarak gelmiştir.

Yarışma başlar ama,  prensin bahçede gördüğü kulağında kırmızı çiçekten  küpeleri olan  kız yoktur. Hükümdarın  emri ile, her yerde kulağında kırmızı çiçeklerden küpeler olan kız aranmaya başlanır. Sonunda,  güzel elbisesi ve takıları olmadığı için utanıp evine geri dönen fakir kız bulunarak saraya getirilir. Prens, babasına bu kızla evlenmek istediğini söyleyince düğün dernek kurulur, prens ile kırmızı  çiçekten küpeleri olan  kız malum gün sonunda evlenerek muratlarına ererler.

İşte o günden sonra bu  güzel çiçeğe  'hanımın küpesi' ya da ' küpe çiçeği' denir ve bu çiçeği takmanın genç kızlara uğur  getirdiğine inanılır.

A Kadir Bekçi

( Bu yayın son olarak 05. 02. 2020  tarihinde güncellenmiştir. )