Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2025

SERVİ KAVAK

Selvi Kavak ( Hikaye )
Mustafa'yı yıllar sonra halasının cenazesi nedeniyle geldiği köyünde bir sürpriz beklemektedir. Yıkılmış evlerinin yerinde bir incir ağacı vardır artık, top oynadıkları sokaklarda in cin top oynamakta, tek bir çocuk sesi bile gelmemektedir. Köy, bir ören yeri gibidir. Çoğu ev boş ve yıkılmaya terk edilmiştir. Taşımalı eğitim nedeniyle kapatılan okulun çatısı çökmüş, harabeye dönmüştür. Burası artık çocukluğunun geçtiği yer değildi !  

Başsağlığı dileyen bir gencin; babaannem ile  aynı sınıfta okumuşsunuz lafını duyunca geçmiş zamanlar  film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı.

Köyün hemen yakınından etrafında 'servi' dediğimiz kavak ağaçlarının bulunduğu 'yuvacak' deresi geçiyordu. Kadınlar haftanın bir günü burada toplanır çamaşır yakardı. Biz de onların yanında, servi kavakların*  altında oyun oynar, yüzmeye çalışırdık. Kabukları oldukca düzgün olan bu ağaçların, gövdeleri karatahta gibiydi. Köyde kimin kimi sevdiğini, aşık olduğunu kabuklardaki yazılardan anlardık. Sonbaharda, bu ağaçların  yaprakları  dökülürken renkten renge girer ve  köye ayrı  bir hava verirdi.         

Beşinci sınıfa gidiyordum, kızlara karşı ilgi duymaya başlamıştım. Sınıfımızda Ayşe adında, yüzünden  gülümseme eksik olmayan, uzun siyah saçlı bir kız vardı. Ona aşık olmuştum ama sevdiğimi de bir türlü söyleyemiyordum. Çamaşır günü kendime göre bir plan yapmış, hiç yazı yazılmamış bir servi kavak ağacına kalp çizerek içine  adlarımızın baş harflerini yazmıştım. Ayşe'nin  bunu  görmesini istiyordum. Onu; gezelim diyerek servi kavağın altına getirmiştim ancak bu sırada  yanımıza gelen bir arkadaşımız  planımı suya düşürmüştü.  Okullar kapandıktan sonra da  köyden  göç etmiştik.   

Halamın  defin işleminden sonra geri dönmek için hazırlanmaya başlamıştık. Torununa benden söz eden bu kadını merak etmeye başlamıştım.  Acaba Ayşe olabilir miydi? 
Bu sırada  başsağlığı dileyen  delikanlı,  babaannem sizi çaya  davet etti demez mi !

Yıllar güzelliğini götürse de yüzündeki tebbessüm aynı duruyordu, saçları beyazlamıştı. Siz,  32 Mustafa mısınız? dedi. Numaramı bile unutmamıştı. Gözlerinde katarakt olduğu için çok iyi göremiyormuş. Çaylarımızı içerken, birbirimize kısaca hayat hikayelerimizi anlattık. İki oğlu, üç torunu varmış, eşini  üç yıl önce bir kazada kaybetmiş. Ben de kısaca, Almanya maceramdan ve burada yaptığım kısa  evliliğimden  söz ettim. 
Beni yolcu etmeye gelmiş, arabamız kalkmak üzereydi. Yıllar önce bir türlü söyleyemediğim, üstümdeki bu yükten artık kurtulmak istiyordum. 

Yolcular arabada yerlerini alırken şoföre, biraz daha beklemesini  rica ettim. Bir zamanlar altında oyun oynadığımız, üzerine adlarımızı yazdığımız  servi kavakların  bulunduğu dere kıyısına  gelmiştik. Zaman fazla yoktu; seni bir zamanlar çok  sevmiştim  ve hiç unutmadım dedim.  Gözleri dolmuştu, göz yaşlarını silmesi için bir mendil verdim. Belki geri dönersiniz diye çok bekledim dedi.Onun da beni sevdiğini duymak, yıllarca iyileşmeyen yaramı yeniden kanatmıştı. Adımızı  yazdığın servi kavak ağacı kesileli çok oldu dedi. Sonbahardı, rüzgar estikçe servi kavak ağaçlarının  yaprakları konfeti gibi yağıyor, dereye düşenler akıntıyla bir süre sonra gözden  kayboluyordu. İkimiz de susmuş, suya düşen  yaprakları seyrediyorduk.Korna çalmaya başlamıştı. Hadi sen git ben sonra  döneceğim dedi. Gözyaşlarımı  görmemesini istemiyordum, suya düşen yaprak gibi sesizce yanından uzaklaştım.Halbu ki bütün hayatım  onu hayal ederek  geçmişti.   
  
*Selvi veya servi  kavak  ( Populus pramidalis  ): Anadoluda yaygın bir kavak türüdür. Kara kavağa benzer, taç kısımları pramit şeklinde olur. Ehrami kavak olarak da bilinir. 
A KADİR BEKÇİ 
Dedemden Masallar.   27. 09. 2025, Bahçeköy / Seferihisar    

14 Haziran 2025

AYŞEGÜL VE MUTLULUK

Ayşegül ve  Mutluluk  ( Hikaye ) 
Çobanlık yapan İsmail davarlarını otlattığı ağa ölünce 'taşı toprağı altın' İstanbul'a göçer. ilk zamanlar daha önceden İstanbul'a gelip yerleşmiş akrabasının yanında misafir kalır. Uzun süre iş arar bulamayınca çöp konteynerlerinden topladığı  kağıt ve  eski eşyaları  satarak geçimini sağlamaya başlar. Biraz toparlanınca;  İlkokuldan  arkadaşı ve uzaktan akrabası Emine ile evlenirler, Emine engellidir. İlerlemiş yaşlarına rağmen kızlar olunca çok sevinirler. Ancak bu mutlulukları Ayşegül'ün okula başlaması ile hiç de beklemedikleri bir şekilde bozulur.      

Ayşegül'ü okula götüren  annesinin ayakları sakat olduğu için elleri ile süründüğünü gören bazı çocuklar, ona bakarak alay ederler. Ayşegül  babasının çöp topladığını  söyleyince, yanına kimse oturmak  istemez, öğretmen onu tek başına  oturtmak zorunda kalır. Ayşegül, heyacanla gittiği okuldan daha ilk gün eve  üzgün döner. Her geçen gün biraz daha okuldan soğur ve gitmek istemez.  Gittikçe içine kapanarak annesinden, babasınından uzaklaşmaya başlar. Annesine topladığı kır çiçeklerini koyduğu teneke kutu artık boş durur. Arkadaşları görür diye babası ve annesi ile beraber hiç bir yere gitmek istemez. Yatarken eskisi gibi annesini babasını öpmez, iyi geceler demez.  

Kentsel  dönüşüm için oturdukları gecekondu yıkılınca, hurda bir otobüste yaşamaya başlarlar. Konteynerlerden  çöp toplamak yasaklanınca işsiz kalan İsmail, yiyeceklerini pazarlarda yerlere  atılan sebze ve meyveleri  toplayarak karşılamaya çalışır.  Ama onları asıl üzen, kızlarının mutsuz olmasıdır.

Ayşegül'ün gündüz düşündüğü şeyler geceleri rüyasına girmeye başlamıştır.  Annesi onu çoğu gece  kan ter içinde uyandırmak zorunda kalır.  Babasınının ve  annesinin durumunu bir türlü  kabullenemeyen Ayşegül'ün aklından kötü şeyler geçmeye başlar.     

Bir gün evden kaçmaya karar veren Ayşegül, sokakta büyük bir kalabalığa rastlar. Kendi yaşlarında bir  kız çoçuğu,  yüksek bir binanın çatısına çıkmış  intihar etmektedir. Neyse ki açılan bir branda sayesinde kız kurtulur.  Mahalede yaşayanlar, çocuğun annesinin film yıldızı, babasının zengin bir iş adamı olduğunu söyler. Bu olay Ayşegül'ün düşüncelerini etkiler. Okula başlamadan  önce ki mutlu günlerini hatırlar, o zaman da annesinin  sakat, babası çöp topladığı halde çok mutlu olduğunu  düşünür. Artık,  hayata başka bir pencereden bakmaya başlamıştır. Okuluna geri döner, akşam gelirken annesinin çok sevdiği kır çiçeklerinden toplar, babası gelince sarılarak öper. Babasının getirdiği yiyeceklerin bir kısmını piknik  için ayırırlar.  

Sabahleyin yoldan geçmekte olan bir adam, eski otobüsten gelen sesleri duyunca gayri ihtayari  içeri girer.  Ayakları kırık masanın başında, çöpten toplandığı belli ekmek ve sebzelerle  kahvaltı yapan  mutlu aileyi görünce çok şaşırır.   
   
Zengin adam,  kendisine  ikram edilen  çayı içerken nasıl bu kadar mutlu olabildiklerini merak eder.    Ayşegül, adımın yüzünden ne düşündüğünü anlar, yaşadıklarını ve içine düştüğü bunalımı nasıl atlattığını anlatır. 

Çayını bitiren adam, biraz beklerseniz gidip kızımı da alayım, sizinle pikniğe gelmek istiyoruz der.
O gün iki kız akşama kadar kırlarda koşup oynadılar, annelerine kır çiçekleri  topladılar. Aradıkları mutluluğu bulmanın tadını çıkardılar.

Size bir sır vereyim mi? Ayşegül'ün o günkü arkadaşı kim di biliyor musunuz? Hadi ben söylemeyeyim, onu da siz tahmin edin.  

Kıssadan hisse: Çoğu zaman başka yerlerde aradığımız için bir türlü bulamadığımız mutluluk, aslında çok yakınımızda, içimizdedir.  

29 Temmuz 2024

DUDİYE ÇİÇEĞİ


Dudiye çiçeği ( Helichrysum arenarium )  
Türkiye'de çok yaygın bir bitki olan ölmez çiçek ( Helichrysum sp. ) papatyagiller familyasından  sarı renkli çiçekleri olan otsu bir bitki cinsidir.Yurdumuzda, bazıları endemik olmak üzere 24  türü yetişmektedir.  Çok fazla yöresel adı olan bu bitkiye Giresun yöresinde; yaylalarda yetişen  türüne ( H. arenarium ) halk arasında dudiye* çiçeği denir. 'Yaylanın dudiyesi - Açmadan guriyesin - Niye almadın beni - Allah ondurmiyesi** de.' diye de  bir de Giresun  türküsü vardır. Şifalı olduğu söylen bu bitkinin esas popülaritesi ise kuruduktan sonra bile rengini koruyabilmesindendir, bu nedenle  pazarlarda, yayla yollarında özellikle kadınlar tarafından satılarak yöre insanına az da olsa bir katkı sağlar. 
Daha önce burada tanıttığın bu çiçeğin umarım aşağıda anlatacağım hikayesi de hoşunuza gider.       

Yakın zamana kadar Doğukaradeniz kıyılarının önemli bir kısmını İçanadolu'ya bağlayan, Giresun - Şebinkarahisar yolu  2200 m. yükseklikteki Eğribel Geçidi'nden sağlanıyordu.  Zamanın Sivas valisi olan Kazım Dirik Paşa'nın yaptığı bu yol üzerinde; elle yapılmış  ve halen kullanılan bir de tünel bulunmaktadır.  Kışın bu  yol kar ve tipi yüzünden sık sık  kapandığı için; günümüzde Eğribel Tüneli yapılınca Eğribel Geçidi tarihe karışmıştır. Yaklaşık 6 km. uzuluğundaki tünel yolu da bir hayli kısaltmıştır. Neyse, sözü daha fazla uzatmadan  biz hikayemize dönecek olursak. 
Eğribel Geçiti'nde ( henüz tünel açılmadan önce ) yolumuza  mandalar çıktığı için, arkadaşımla arabadan iniyor ve  karşı tarafta, yaylada yetiştirdikleri ürünleri, çiçeklerini satanların yanına gidiyoruz. Temmuz  ayı olmasına rağmen  hava çok soğuk ve fırtına var.  Arkadaşım peynir satanların yanında durunca, ben de dudiye çiçeği satan yaşlı bir teyzeye yaklaşıyorum. Biraz sohbet ettikten sonra, bu çiçeğe burada  neden dudiye çiçeği dendiğini biliyor musun diyorum.  'Çoçukken babaannem bir hikaye anlatırda  ama gerçek mi doğru mu bilmiyorum', diyor.  Anlatmasını rica ediyorum. Bu arada etrafımızda, bizim sohbetimizi dinleyenler de bir hayli  çoğalıyor. Yarı şaka yarı ciddi hikaye dinlemek bedava değil,  çiçek alınacak diyorum.  

'Bir zamanlar bizim oralarda, cenikde ( köylerini kastediyor ) birbirini çok seven  Ahmet adında bir çobanla Dudiye ( Dudu'nun yöredeki söylenişi  )  adlı bir kız yaşıyormuş. Dudiye'nun babası başlık parası istediği için de, bunlar bir türlü evlenemiyorlarmış. Ahmet her yıl yaylada koyun  güderken topladığı yayla çiçeklerini  ceniğe,  Dudiye'ya getirir  o da bu çiçekleri satarak ceyiz ve başlık parası biriktirirmiş, evlenmek için.   

 Yine bir gün Ahmet  topladığı  çiçekler  ile  obaya  geldiğinde  arkadaşları;  artık  bu çiçekleri boşuna toplama, Dudiye'yi babasının   zengin birine  verdiğini  söyleyince;  Ahmet, topladığı  çiçekleri yere atarak  oradan uzaklaşmış ve bir daha da onu  gören olmamış. Bir kaç yıl sonra da kavalı bir kayalıkta bulunmuş.    

Dudiye, kar yağdığı halde Ahmet ceniğe dönmeyince kafayı üşütmüş. Ahmet'in getirdiği yayla çiçeklerini boynuna takarak  sokak sokak dolaşmaya başlamış. Soğuk bir kış günü, Ahmet'in getirdiği çiçeklerlele beraber donmuş haldeki cesedi Ahmet'le buluştukları dere kıyısında bulunmuş.  İşte o  günden sonra, bu çiçeğe bizim oralarda  Dudiye denilmeye başlanmış. 

Ahmet ve Dudiye'nin hikayesi hepimizi  duygulandırmıştı. Teyzenin  geriye  kalan  çiçeklerini de ben  aldım, arabanın içi mis gibi dudiye çiçeği  kokmaya başladı. Arkadaşımın 'bu kadar çiçeği ne yapacaksın?' sorusunu duymamazlıktan geldim.  Gidelim artık dedim.

Yolda bir ara dalmışım, Ahmet ve Dudiye, bir dağın yamacında satmak için yayla  çiçeği  topluyordu.  Yanlarında sarı saçlı bir de kız vardı, çoçuklarıymış. Bana el salladılar, çok mutluydular.  Arkadaşımın seslenmesi ile uyandım, Şebinkarahisar'a gelmiştik. Arkadaşım yüzüme  tuhaf tuhaf bakarak, sen kiminle  konuşuyordun öyle  dedi. Neşem yerine gelmişti, onları gördüm dedim. Arkaşım hiç bir şey anlamamıştı.

Dedemden Masallar, Bahçeköy, Seferihisar   

*Dudiye: Dudu, dudu dilli, şen sakrak 

TDK sözlük anlamı: Yaylalarda, akarsu kenarlarında yetişen karanfilgillerden, ele alındığında  çiçeği titreyen bir kır çiçeği. ( Ancak bu çiçeğin hikayede geçen dudiye  çiçeği ile bir ilgisi yoktur. )  

** Ondurmiyesi: Murat aldırmasın

19 Eylül 2020

ASİYE AĞACI

 
Asiye Ağacı ( Hikaye )

Anadoluda her yıl zorla  evlendirilmek istenen onlarca kızımız çaresizlikten intihar etmek zorunda kalmaktadır. Karadeniz yaylalarında yaşandığı söylenen bu olay onlardan sadece biridir. 

Yaşlı ve zengin bir adama kuma verileceğini, daha doğrusu satıldığını öğrenen Asiye, sevdiği gençle kaçar ancak mahkeme yaşı küçük olduğu için Asiye'yi  ailesine teslim eder, kaçtığı genci de hapse atarlar. 
Zengin adamın hala Asiye'yi almak istemesi, babasının da aldığı parayı harcadığı için geri verememesi üzerine Asiye bir karar vermek zorunda kalır. 
Bir sabah, altında  oyunlar oynayıp büyüdüğü, dallarında hala salıncağı duran evlerinin yakınındaki çam ağacına, salıncağının ipi ile kendini  asar. 

Asiye'nin elinden anne ve babasına  yazdığı mektup zorlukla alınabilir. 
 
'Sizi hala çok seviyorum, sizin de beni çok  sevdiğinizi biliyorum. Bu geleneğe lanet olsun, onu yıkmak başka Asiyeler ölmesin diye çok sevdiğim bu dünyaya yine çok sevdiğim bu ağaca kendimi asarak veda ediyorum,  hakkınızı helal edin. Bu ağacın adı 'Asiye Ağacı' olsun, mezar taşıma da şu satırları yazın ki gelen geçen okuyup benim hikayemden bir ders alsın. 

Oy tamzara tamzara, benim bahtım ne kara
Aldılar beni sevdiğimden de sattılar o deyyusa.
Paranız, malınız sizin olsun
Ölürüm de varmam ben asla o adama.

Bazı şeyleri yıkmak çok daha zordur.   
Binlerce yıldır kadını mal diye alıp satanlar. 
Şunu  artık bilin, bu geleneği yıkacağız 
Sonunda ölüm bile olsa. 
 
Bu ağacın adı bundan sonra, 
İntihar eden bütün genç kızların adına 'Asiye Ağacı' olsun.
Buradan gelip geçenler, hikayemi okuyun da
Bir daha Asiyeler asılmasın !
 
,A Kadir Bekçi 
Bahçeköy / Seferihisar, 19. 09. 2020. 

 

6 Haziran 2020

AĞAÇ DEDE

Ağaç Dede ( Hikaye )

Ağaç Dede'ye ilk gittiğimde ilkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Aynı zamanda öğretmenim olan babam,  teneke kutular içinde yetiştirdiği ağaç fidanlarını dikmeye giderken annemi, beni ve Ali'yi de yanında götürmüştü.Ali, mahallede devamlı gelip gittiğimiz en yakın komşumuzun oğluydu, aynı sınftaydık.  

Ağaç Dede köye fazla uzak değildi ama yolu dik ve bozuk olduğundan giderken epeyce yorulmuştuk, köyün bulunduğu yere göre oldukca yüksek bir tepeydi. Ağaç Dede'den çevreyi kuşbakışı görebiliyorduk, köy adeta ayaklarımızın altında kalmıştı. O gün Ali ile beraber akşama kadar kır çiçekleri arasında koşup oynamıştık.

Buraya ilk ağaçları köye sonradan yerleşen, nereden geldiğini kimsenin bilmediği, tek başına yaşayan yaşlı bir adam dikmiş. Ölünce de vasiyeti üzerine mezarı, diktiği ağaçların altına gömülmüş. Daha sonraları köylülerin bu adamın ermiş bir zat olabileceğini söylemesi üzerine mezarı ziyaret edilmeye ve etrafına yeni ağaç dikmeye başlanmış. Zamanla gelenek haline gelen ağaç dikme, büyük bir orman oluşmasına yol açmış. Yaşlı adamın adını kimse hatırlamadığı için de ormana, onun adının anısına 'Ağaç Dede' denmeye başlamış. Ağaçları kesenlerin başına kötü bir şey gelir diye de kimse ormana dokunmamış.   

Babam getirdiği çam fidanlardan birer tanesini Ali ve bana vermiş, kendi adımıza dikmemizi istemişti. Annem ilkokula kadar okumuş, babamın aksine her söylenene kolayca inanan bir insandı, fidan dikerken dilek tutmamızı söylemiş, babam duyunca çocukların kafasına böyle şeyler sokma diye anneme söylenmişti. O zamanlar daha on yaşımda olmama rağmen Ali'yi çok severdim, çocuk aklı, dilek tutarken içimden büyüyünce onunla evlenmek istediğimi geçirmiştim... Ne tesadüftür ki  yıllar sonra Ali ile üniversitede tekrar karşılaşmış ve sonra da evlenmiştik. Ama ben bu anımı bir sır gibi saklamış, eşime dahi anlatmamıştım. 

Bir kaç yıl sonra babamın başka bir ile tayini çıkınca köyden ayrılmıştık ama çocukluğumun geçtiği, ilkokulu okuduğum köyü ve eşimle belki de evlenmeme neden olan dilek tutuğum Ağaç Dede'yi hiç bir zaman unutmamıştım. 

Yıllar sonra torunumla dilek tutuğum Ağaç Dede'ye tekrar gelmiştik. Patika yolların yerine asfalt, etrafa oteller ve turistik  tesisler yapılmıştı.Yolda yıllar önce kaybettiğim annem, babam ve bir kaç yıl önce kaybetiğim eşimin hatıraları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. 

Tek oğlumuzu trafik kazasında kaybettiğimizde torunumuz Doğa henüz bir kaç aylıktı, annesi yeniden evlenince onu biz büyütmüştük. Doğa sadece torunumuz değil aynı zamanda oğlumuz olmuştu. O da uzun bir süre bizi gerçek annesi ve babası olarak bilmişti. Adı gibi doğayı, ağaçları ve hayvanları çok seviyordu. Üniversiteye başladığı yıl eşim ölünce, hayattaki tek yaşam  kaynağım haline gelmişti.

Ağaç Dede'ye gelirken torunuma nereye gittiğimizden bahsetmemiştim, o da zaten sormamıştı. Amansız bir hastalığa yakalanmıştı, doktorlar bir kaç ay ömrü olduğunu, bu nedenle her istediğini yapabileceğini söylemişti. Onun benden önce ölebileceği gerçeğine dayanamıyordum. Son bir umut aklıma  çocukluğumda annem ve babamla gittiğim, dilek tutuğum Ağaç Dede gelmişti. Hayatta hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım. Benim bile inanmakta zorlandığım bu nedenle kimseye anlatmadığım gerçekleşen dileğim yıllar sonra torunumla beni buralara tekrar getirmişti. 

Ağaç Dede için anıt mezar yapılmış, etrafına bir kaç mezar daha eklenmişti.Ormanda çıkan yangını söndürmeye çalışırken ölen insanları da onun yanına gömmüşlerdi. Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra, yanımızda getirdiğimiz fidanları dikmek için dışarı çıkmıştık.  

Bir süredir hayata küsmüş olan torunum o gün son derece neşeli görünüyordu. Ağaç Dede'ye gelmemiz korktuğumun aksine onu mutlu etmişti. Her şeyi unutmuştuk, ağaçların altında koşuyor, birlikte şarkı söylüyor, selfieler çekiyorduk. Eski mutlu günlerimize geri dönmüştük.

Ormandaki bazı ağaçlarda onları dikenlerin adı yazılıydı. Gezinirken birden bire büyük bir çam ağacının önünde durdum, yıllar önce dikerken dilek tutuğum ağaç olabilirdi.  Doğa'ya bak bu ağacı dedenle ben dikmiş olabilirim dedim, merakla yüzüme baktı. Ona buraya ilk gelişimi ve dedesi ile  nasıl evlendiğimizi anlattım. Çok etkilenmişti  keşke dedem ölmeden önce hep beraber gelseydik dedi. Daha sonra da getirdiğimiz fidanları diktik, torunum fidan dikerken dudaklarından bir şeyler mırıldanıyordu. Ben de Ağaç Dede'ye torunumu koruması için dua ettim. 

Ağaç Dede ( Hikaye )

Sabah kalktığımda Doğa kahvaltıda yoktu, bir süre sonra odasına girince masanın üzerindeki notu gördüm 'Ben Ağaç Dede' ye gidiyorum' yazıyordu. Hava çok soğuktu, gece her yere kar yağmıştı. Notu görünce oteli ayağa kaldırdım, her yerde onu aramaya başladık. Sonunda Doğa'yı bir ağacın dibinde donmuş halde  bulduk...
Buraya niçin geldiğimizi anlatınca herkes çok etkilemişti. Doğa'nın mezarının  ağaç dedenin yanına  gömülmesi isteğimi kabuul ettiler. Torunumu hiç tanımadığım halde hayatım boyunca unutamadığım Ağaç Dede'ye emanet etmiştim.

A Kadir Bekçi
06. 06. 2020, Bahçeköy / Seferihisar

22 Mayıs 2020

GÜZELAVRAT OTU ( Atropa belladonna )


Güzelavrat  otu ( Atropa belladonna ). Genel görünümü 
Bilimsel adı Atropa belladonna olan  Güzelavrat otu, patlıcangiller ( Solanaceae )  ailesinden, çok yıllık,  otsu bir bitkidir. Cins ismi Yunan Mitolojisinde yer alan,  kader ipini kesen Atropos'dan gelir. Bella - Donna ise  İtalyanca 'güzel kadın' demektir.  
Güzelavrat otu en fazla 1 - 2 m. kadar boylanır,   yazın çan şeklinde morumsu renkli  çiçekler açar, yaprakları oldukca  büyük ve  kabadır, nohot büyüklüğünde  parlak , siyah renkli  meyve ( çilek ) verir. Bitkinin başta yaprakları olmak üzere  bütün kısımları çok zehirlidir.   

Atropa belladonna zehirli bir bitki  olmasına rağmen; eski çağlarda ( Romalılar zamanında) kadınlar tarafından, göz bebeklerini büyüterek daha efsunlu bir bir bakış oluşturmak için,  meyvelerinin suyunu gözlerine damlatmışlardır.  Bünyesinde  bulunan 'atropin' adlı alkaloid, günümüzde halen  retina tedavilerinde ( göz damlası olarak )  ve kalp hastalıklarına karşı  kullanılmaktadır.  Tarihde, zehirli alkaloidler içerdiği için  suikastlerde  kullanılmıştır.  

Güzelavrat otu,  içindedeki alkaloid maddeler  nedeniyle çok  değerli bir bitkidir. Eczacılıkta, bitkisel kökenli ilaç yapımında kullanılmaktadır.  Bu nedenle birçok ülkede (  Hindistan, Pakistan, Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinde )  tarımı yapılmaktadır. 

 Atropa belladonna,  Karadeniz Bölgesi başta olmak üzeri yurdumuzun çoğu yerlerinde doğal olarak  yetişmektedir.  Daha çok nemli - ılıman iklimlerde yetişir.  Halk arasında  dilber otu, avrat otu, dulavrat otu,* ayı çileği, ayı liforu, kurt böğürtleni, yabani tütün, yidin, yiğdin otu, kurt böğreği, deli otu, şeytan kirazı  .... gibi  çok fazla adla da   bilinir. Tohumdan üretilir. 

Yararlandığım kaynaklar: Vikipedi. DergiPark, Türkiye Bitkileri Sözlüğü ( Prof. Dr. Ertan Tuzlacı ) 

Güzelavrat otu / Dulavrat otu  ile ilgili  küçük bir de hikaye yazdım ( aşağıda ), umarım beğenirsiniz. Kimbilir  belki bir gün karşınıza çıkar, bu bitki.   Arkadaşlarınıza, torunlarınıza   bu hikayeyi de anlatırsınız değil mi? sevgili bitki sevenler.  
Güzelavratotu ve meyvesi  ( Atropa Belladonna )
( Fotoğraf alıntıdır. )
                                                              DULAVRAT OTU ( Hikaye ) 
Bir zamanlar Anadolunun  bir dağ  köyünde  Zeynep adında   bir kız yaşıyormuş.  Zeynep, simsiyah gözlü, beyaz tenli  çok güzel bir kızmış,  köyün bütün  gençleri onunla evlenmek istiyormuş.  Gel gör ki, o fakir bir ailenin oğlunu seviyormuş. Ama sevdiği  gencin ailesi, güzellik karın doyurmaz diyerek oğullarını başka bir  kız ile evlendirmişler. Bunun üzerine kaderine küsen Zeynep, taliplerinin yüzüne bile bakmadan geri çevirmeye başlamış. Ailesine de, ben artık hiç  kimseyle evlenmek istemiyorum demiş.

Zeynep'le evlenmekten umudunu kesen köydeki bazı kötü niyetli gençler  ona iftira atmaya, hakkında dedikodular çıkarmaya başlamışlar. Zeynep'in  geceleri evine erkek  aldığını, onun artık kız olmadığını söylemeye başlamışlar.  Zeynep'in adı kötü kadına,  'dul avrata' çıkmış.  Bu dedikodulara  çok üzülen  ailesi kızlarını evlenmeye zorlamak için,  ya evlenirsin  ya da bu köyden  gidersin diye baskı yapmaya başlamışlar. Bu durumda çaresiz kalan Zeynep,  köyün  yakınındaki bir uçurumdan aşağıya kendini  atmış. 
Ancak,tüm aramalara rağmen Zeynep'in cesedi bulunamış,  sanki yer yarılmış da içine girmiş. Annesi ve babası ise  üzüntülerinden  ölmüşler. 

Bir zaman  sonra, Zeynep'in intahar ettiği  uçurumda  o zamana kadar hiç görmedikleri siyah meyveleri / çilekleri  olan bir bitki yetişmiş.  Bitkinin meyveleri tıpkı Zeynep'in gözleri gibi simsiyah ve çok gösterişliymiş. Adeta beni  yiyin der gibi dallarında  sarkıyormuş.  Zeynep'e iftira atanlar,  bu güzel çilekleri görünce  toplayarak  bir güzel yemişler. Daha sonra  oradan geçenler Zeynep'in adını Dul avrat'a çıkaranların ölüsünü bulmuşlar.  Köylüler, Zeynep'in kendisine iftra atanlardan intikam almak için,  tanrıya yalvararak bu zehirli bitkiye dönüştüğüne inanmaya başlamışlar.  Ve bu bitkinin adı o günden sonra   'Dulavrat otu' olarak anılmaya başlamış.   

Kıssadan hisse; Siz siz olun suçsuz insanlara asla iftira atmayın, vebali büyük olur.  
*Halk arasında  bilimsel  adı Arctium tomentosum olan  papatyagiller ailesinden bir bitkiye de,  bazı yörelerimizde  dulavrat otu denmektedir. 

Dedemden Masallar 
22. 05. 2020 

31 Ocak 2019

UÇURUMDAKİ ÇİÇEK

Uçurumdaki  Çiçek / Hikaye
Cebinden  çıkardığı paraları saymadan taksi şoförüne veren yaşlı adam, Cehennem Çukuru!na giden  vadinin  içinde  yavaş adımlarla ilerleyerek gözden kaybolmuştu.  Burası çok derin bir kanyondu. Düşen  canlılar genel olarak sağ çıkamadığı için, halk adını 'Cehennem Çukuru' vermişti. 

Yaşlı adam, daha önce de bir çok kez  geldiği bu yere, bu defa  hayatına son vermek  için gelmişti. Yakalandığı amansız hastalık yüzünden, çok sevdiği doğadan  ve kır çiçeklerden uzak kalınca yaşama hevesini kaybetmişti. Son yolculuğuna arkadaşım dediği, her gittiği yere götürdüğü fotoğraf makinasını da yanında getirmişti.

Bir efsaneye göre, bu uçurumdan düşüp  ölenler  çiçek olup  tekrar hayata dönmektedir. Bu nedenle, burada her yıl yeni çiçeklerin açtığına  inanılmaktadır.
Yaşlı adam  hafta sonları mahallesinin çoçuklarını doğa gezilerine götürür ve bu sırada  onlara  gittikleri yerlerle ilgili, çoğunu kendinin uydurduğu  hikayeler, efsaneler anlatırdı. Bu çocukların çok hoşuna giderdi. Bu da onlardan biriydi. 
Doğayı, çiçekleri çok seven  yaşlı adam şimdi, kendi anlattığı / uydurduğu bu hikayeye inanmak istemişti. Kimbilir, belki de hayata bu defa yeni bir çiçek olarak gelirdi.

Son kez etrafına bakınan adam, kendini uçuruma bırakacağı sırada birden  durmuştu. Daha önce hiç görmediği bir çiçek, uçurumda adeta kendine gülümsüyordu. Hayatı boyunca hep  yeni bir bitkiyi  keşfetmek istemişti.  Bu nedenle bir an intihar etmeyi unutarak, çiçeğin fotoğrafını çekmek için  uçuruma doğru  ilerlemeye başlamıştı.

Polisler, taksi şoförünün verdiği ifade üzerine  yaşlı adamın cesedini Cehennem Çukuru'nda bir fotoğraf makinesi ile beraber bulmuştu. Yapılan  inceleme sonunda, adamın fotoğraf  çekerken uçurumdan düşerek öldüğü ortaya çıkmıştı.

Fotoğrafı inceleyen botanikçiler, yaptıkları inceleme sonuncu yaşlı adamın ölmeden önce yeni bir bitkiyi keşfetmiş olduğunun anlaşıldığını belirterek, bu çiçeğe onun adının adının  verileceğini açıklarlar.

A  Kadir Bekçi
31. 01. 2019, Bahçeköy / Seferihisar.

29 Aralık 2018

KİRPİ YAVRUSU VE ADAM

Kirpi yavrusu ve  adam ( Hikaye ) 

O sabah  kirpi* yavrusu  çok heyecanlıydı, annesi ilk defa dışarıya çıkmasına  için izin vermişti. Kardeşleri hastalanıp  ölünce,  yuvada  tek yaşamaktan çok sıkılmıştı. Özgür olmak, dünyayı bir an önce keşfetmek  istiyordu. 
Annesi onu yolcu ederken,  daha önce anlattıklarını  üstüne basa basa bir daha  tekrarlamıştı. Avlanmak için  gece dışarı çıkmasını, bir tehlike hissederse top halini almasını özellikle belirtmişti.
Kirpi yavrusu zeytin ağaçlarının arasından geçerken,  kendine göre çok daha büyük olan bir şey  gördü.  Annesinin anlattıklarından, bunun bir insan olduğunu anladı. Bahçe sahibi yeni  topladığı zeytin ağaçlarının kırılan dallarını buduyordu.  Kirpi yavrusu, bu kadar büyük bir şeyin  karnını nasıl  doyduğunu düşündü ve 'iyi ki bu kadar büyük  değilim' diyerek haline şükretti. Bu arada karnı iyice acıkmıştı. Yiyecek bir şeyler bulabilmek  için,  etrafına daha dikkatli bakmaya başladı.

Bunlar da ne ?
Birden etrafında dört küçük  kedi  yavrusu belirmişti. İlk defa gördükleri bu garip  şeyi incelemeye başlamışlardı. Küçük kirpi hemen annesinin sözlerini hatırladı ve dikenli bir  top şekline geldi.  Kedi yavrularından biri  onu kokladı, bir başkası kirpiye çok yaklaşınca  dikenleri burnuna  battı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Daha sonra da hep beraber  oradan uzaklaştılar. Kirpi yavrusu, vücudunu saran ve bir türlü kabullenemediği  dikenlerin kendini koruduğunu görünce 'artık dikenli olduğu için mutsuzluk duymayağım'  dedi.

Bu arada yemek için salyangoz, sümüklü böcek, kelebeksolucan gibi yiyeceklerden  hiç birini bulamamıştı. Birden, annesinin zaman zaman getirdiği otlar  aklına geldi.  Etrafını sonbaharda yağan yağmurlardan yemyeşil otlar kaplamıştı. Bir kaç değişik ot denedikten sonra, bahçe sahibinin yeni diktiği marulları  yemeye başladı. Bunların tadı  annesinin getirdiklerine  çok  benziyordu. Bu sırada, marul yapraklarının çıkardığı sesi duyan  bahçe sahibi hızla oraya gelmişti. Kirpi yavrusu tekrar  savunma pozisyonuna geçti, bunu çok kolay  yapıyordu. Bazı insanların çok tehlikeli olabileceğini biliyordu. Bu yüzden çok korkmuştu.

Bahçe sahibi 'demek benim diktiğim  marulları sen yiyordun ?' dedi.   Sonra da 'bu daha  yavru, annesi yemiş olmalı' dedi.  Kirpi yavrusu,  annesinin  getirdiği marulların bu adamın olduğunu anlayınca daha da çok korktu.  Üstelik adamın elinde zeytin ağacını budadığı kesici bir de alet vardı.
Bu arada kedi yavruları yeniden gelmiş, adamın etrafında miyavlamaya  başlamışlardı.  Yavrulardan birini  kucağına alan adam, daha sonra da kedilerle  beraber oradan uzaklaştı.  Bunu gören kirpi yavrusu rahat bir nefes aldı.  Korktuğu gibi bir şey olmamıştı.
Etrafta kimsenin  kalmadığını görünce de tekrar marulları yemeye başladı.
Ancak çok geçmeden  adam avucunda taşıdığı  bir şeylerle  tekrar  gelmişti. Bir taraftan da 'kış yaklaştı, bu yavrucak  ne zaman büyüyecek'  diye  kendi kendine  söyleniyordu. Daha sonra avucundaki  kedi mamasını kirpi yavrusunun bulunduğu yere koydu ve  işinin başına döndü. Kedi mamasının  tadı kirpi yavrusunun çok hoşuna gitmişti. Karnını bir güzel doyurdu.

Daha sonra da kirpi yavrusu yuvaya dönmek için  hareket etti. Olanları annesine  anlatmak için sabırsızlanıyordu. Kirpi yavrusu,  doğadaki bu ilk gününde çok mutlu görünüyordu. Top haline gelerek yuvarlanmaya başladı. Bu sırada dikenlerine  yapraklar batmıştı. Çok komik görünüyordu.
Yuvada annesi yoktu, ava  çıkmıştır diyerek uyudu. Sabah uyandığında annesinin gece de gelmediğini anladı. Dışarıya çıkarken söylediği sözlerin,   aslında  vedalaşmak olduğunu  anladı. Bundan sonra artık tek başına yaşayacaktı.

Kış yaklaşmıştı, kirpi yavrusunun  kış  uykusuna yatmadan önce çok iyi beslenmesi, kendini soğuktan ve yağmurdan koruyacak daha iyi bir  yuva yapması gerekiyordu.

Akşam olunca  kirpi yavrusunun  karnı tekrar acıkmıştı. Yuvasından çıktı, etraf sesizdi ay ışığı vardı, ilk defa gece dışarıya  çıkıyordu. Nereye gittiğini bilmeden ilerlemeye başladı, ayakları onu bildiği tek yere doğru götürmüştü.
O da ne?
Gündüz  yediği o çok sevdiği kedi  mamaları yerinde duruyordu. Adam, kirpi yavrusunun oraya tekrar geleceğini tahmin ettiği için kedilerine verdiği mamadan ona da bir avuç koymuştu.
Kirpi yavrusu  artık her gece adamın koyduğu kedi mamaları yiyordu. Hızlı bir şekilde kilo almaya  başlamıştı. Bu arada gelip giderken, dikenlerine  yapışan yapraklar ve adamın kestiği  zeytin dallarının altına yeni bir yuva da  yapmıştı.

Bu arada   havalar iyice soğumuş,  kış kendini iyice  hissettirmeye başlamıştı. Bir gün adam koyduğu mamanın yenmediğinin farkına vardı. Kirpi yavrusunun kış uykusuna yatmıştı  'belki baharda tekrar karşılaşırız' dedi.   Kirpi yavrusu o adama rastladığı için şanslıydı.

A Kadir Bekçi
29. 12. 2018
Bahçeköy / Seferihisar.

* Kirpi, en eski memeli hayvanlardan biridir. Gececidir, daha çok böcekle beslenir , ortalama  1.5 yıl kadar yaşar.  Kış uykusuna yatar. Yetişkin bir kirpinin vücudunda 7000 kadar diken bulunur. Zehirlere karşı çok dirençlidir, bu nedenle zehirli yılanların çok olduğu yerlerde eskiden beri koruyucu olarak beslenmiştir.  Avlanması yasaktır. 

29 Kasım 2016

ORMANDA TEK BAŞINA YAŞAYAN ADAMIN SIRRI



Ormanda Tek Başına Yaşıyan Adamın Sırrı / Hikaye.

Serin bir sonbahar günüydü, beş arkadaş ormanlık bir yerde gezmeye  çıkmıştık. Ağaçların altı çalı, sarmaşık ve dikenli bitkilerle  dolu olduğundan  zor yürüyebiliyorduk. Yürürkeni sararıp dökülen yapraklardan kayıyor ve düşüyorduk. Sonunda orman içinde açık, ağaçsız bir alana gelmiştik. Arada  bir  köpek sesi duyuluyordu,  avcıların olabilirdi.

Yıkılmış evler, bakımsızlıktan kurumuş  meyve ağaçları,  buranın  terk edilmiş bir yerleşim alanı olduğu gösteriyordu. Çalılarının arasından akan derenin sesi, sanki bir enstrümandan çıkarmış gibi insanı büyülüyordu. Çok güzel bir yerdi. Bu nedenle öğle olmadığı halde, azıklarımızı  burada su sesi dinleyerek yemeye karar veriyoruz.   

Yemekten sonra etrafı dolaşan bir arkadaşımız, yukarıda bir kulübede yaşlı bir adamın oturduğunu  söyleyince, merak edip  adamı görmeye gidiyorum.   Etrafıma yaşlı adamı görmek için  bakınırken, birden heyecanlanıyorum. Yıllar önce bir deniz kazasında  kaybolan, bu nedenle mezarı dahi olmayan babamı gördüm sanıyorum. Beyaz sakallı adam babama o kadar çok benziyor ki, içimi  tuhaf bir duygu kaplıyor. Selam verdikten sonra, yanına  oturuyorum. 'Hoşgeldiniz'  diyor.

Ali Dayı Bulgaristan göçmeniymiş, Ayşe teyze ( eşi )  öldükten sonra burada  tek başına  yaşamaya başlamış. Köy, on beş yıl kadar  önce 5 km. uzakta, yol kenarında  bir yere taşınmış. Daha önce birkaç komşusu varmış, hepsi de  ölmüş. 'Ben de ölünce artık burada kimse kalmıyacak' diyor.

Çocukları olup olmadığını soruyorum.  Biri kız iki çocuğu olduğunu söylüyor. 'Şehirde yaşıyan bir kızım var, sağ olsun her hafta sonu  geliyor ve bana bakıyor' diyor. Oğlundan söz etmiyor.
Tek başına yaşamaktan korkmuyor musunuz?  deyince, tebessüm ediyor. Bu sırada avcıların sandığımız köpek yanımıza geliyor, başını okşuyorum. Karabaş'ı çok sevdiğini, onunla beraber yaşadığını anlatıyor.

Arkadaşlarımın  gidiyoruz diye seslenmesi üzerine, istemeyerek, sohbetimizi  kesip  kalkıyorum.
İçimde, ilk defa karşılaştığım bu yaşlı adama  karşı sıcak   bir  duygu oluşuyor. Sanki yıllarca beraber yaşadığımız bir insandan ayrılıyormuşum gibi hüzünleniyorum. Yaşlı adam zorlukla yerinden kalkarak  beni yolcu etmeye çalışıyor, gözlerinin iyi görmediğini anlıyorum.. Elini öpüyorum, birden bana sarılıyor, gözlerim yaşarıyor.  'Murat'a, oğluma çok  benziyorsun' diyor.

Aradan bir ay  geçmesine rağmen, ormanda tek başına yaşıyan  Ali Dayı'yı bir türlü unutamıyorum. İçimde ona karşı her gün biraz daha sevgi oluşuyor.   Ali Dayı'yı görmek için tek başıma ormana gitmeye karar veriyorum. 

Kulübenin kapısında beni Karabaş karşılıyor.  Kapı kapalı, Ali Dayı yok.  Ali Dayı'nın oturduğu tahta  kanepeye oturuyorum ve  getirdiğim ekmeği köpeğe veriyorum. Hayvanın çok aç olduğu anlaşılıyor. Daha sonra, köpek  beni  ormanın içine doğru götürüyor.  300 metre  kadar gidince bir mezarlığa varıyoruz. Köpek, yeni gömülmüş bir  mezarın başında duruyor.  Ali Dayı'nın öldüğünü anlıyorum. Daha önce  gelmediğim için kendimi suçluyorum.
Ali Dayı'nın mezarının yanında, üzerinde Ayşe Tunç ve Murat Tunç yazılı iki mezar daha var. Murat Tunç on yıl önce askerde  şehit düşmüş. Ali Dayı'nın mezar taşına ise şöyle bir not düşülmüş.
                                                              ALİ  TUNÇ
ÖLÜNCEYE KADAR, HER GÜN, BURADA YATAN ŞEHİT  OĞLUNU VE EŞİNİ ZİYARET EDEREK ONLARI HİÇ YALNIZ BIRAKMAMIŞTIR.

Birden aklıma Ali Dayı'ya çok benzeyen, ben ölünce mezarıma ağaç dikin diye vasiyet eden  babam geliyor.   İtina ile bir ağaç fidanını sökerek  Ali Dayı'nın mezarının üstüne dikiyorum.
Bundan sonra artık, mezarını ziyaret edebileceğim  benim de  bir babam olacak.

A Kadir Bekçi
29 Kasım 2016, Bahçeköy / Seferihisar





28 Kasım 2015

YEŞİL KURBAĞALAR

Yeşil Kurbağalar 
Hikaye 
İlkokula  gidiyordum. Dedem, bugün seni Kurbağalı Dere'ye götürecem deyince, 'oley' diye  bağırmıştım, Kurbağalı  Dere'yi daha önce  görmemiştim.  Hava çok sıcaktı, dereye gelince şok olmuştuk. Dedem, 'Bu kadarını da beklemiyordum, dereyi  mahvetmişler; eskiden burada  balık tutuyordum, hayvanlara içecek su bile kalmamış, artık' dedi. Bu arada  küçük bir yılan  önümüzden geçerek  taşların arasında kayboldu.  Susuz kalan çalılar, ağaçlar  kurumaya başlamıştı.  Bir kurbağa,  belkide ölmüş olan sevgilisine  vıraklıyordu.        
Dereden çıkmış, vadinin kıyısındaki patika yolda  yürümeye başlamıştık. Yeşil bir kurbağa yolda hareketsiz  duruyordu, Dedem, ölmüş dedi. Derelere gerekli inceleme ve araştırma  yapılmadan HES yapılıyor,  burada yaşıyan canlılar  düşünülmüyor.  Onların da bizim kadar  yaşamaya  hakkı var.  Herkes doğada birbirine muhtaçtır ve  gereklidir. Doğayı korumamız gerekir dedi.     

HES'in ne olduğunu ilk kez  burada Dedem'den duymuştum. Sudan  yararlanılarak elektrik üreten tesislere kısaca  HES deniyormuş.  Sular  boşuna akmasın diye, gerekli çevre incelemesi yaplmadan kurulan bazı HES'lerin artık hiç de anlatılan gibi masum olmadığı ortaya çıkmış.  Bu tesisler yapılırken ve işletilirken çevreye verdiği zararlar ise görmemezlikten gelindiği için; Hasankeyf gibi binlerce yıllık tarihi kentlerimiz, bazı bitki türleri  ve hayvanlar  yanlış yerlere kurulan HES'ler yüzünden yok olmaktadır.  Su kaynaklarının gittikce azaldığı günümüzde, hidroelektrik enerjisi yerine  güneşten, rüzgardan elektrik elde ederek,  doğaya hayat veren, yeraltı sularını, çevresini  koruyan   derelerimizi özgür bırakmamız gerektirmektedir.   

Biraz sonra  Hidro elektrik santralinin kurulduğu  yere gelmiştik. Derenin yatağı değiştirilerek, sular yüksek bir yerden aşağı kalın  boruların içinden düşerek  santral binasına giriyordu.  Bu nedenle  derenin suyu kesilen bölümü kurumuş, burada yaşıyan canlılar ölmeye başlamıştı.    
Yeşil Kurbağalar
Hikaye 
Kapıda 'girmek yasaktır' yazdığı için santralin içerisini görememiştik. Burada, yüksekten  düşen suların sahip olduğu potansiyel enerji türibinler ve jeneretörler aracılıyla  elektrik enerjisine dönüşüyormuş.     
Dedem, derenin suyunun tamamen kesilmesine çok kızmıştı.  Yazın bu santrallerin kapatılması gerekir, bindiğimiz dalı kestiğimizi anlayınca çok geç kalınmış olacağız diye hayıflandı.   

Eve gelmiştik, gördüklerim, dedemin söyledikleri, yeşil kurbağanın ölüsü  gözümün önünden bir türlü gitmiyordu. Dedem'in, onları öldürmeye hakkımız yok, bizim kadar onların da  yaşama hakkı var, doğada herkes birbirine muhtaç ......v.b.  sözleri beni çok  etkilemişti. 
 
Babaannem, size ne oldu koyduğum poğaçayı da yememişiniz dedi. Derenin suyunun  hepsini HES'e bağlamışlar, dere kurumuş, hayvanlar ölmeye başlamış dedi, Dedem.  Babaannem, çok direndik ama bizi dinlemediler, rant  için dağlarımız, ormanlarımız, derelerimiz yok ediliyor,  gelecek nesiller bizi affetmeyecek! 

Okula gideceğim için erken yatmıştım ama bir türlü uyuyamıyordum.  Dere kuruduğu için  susuzluktan  ölen yeşil kurbağa gözümün önünden bir türlü gitmiyordu. Sonunda  uyumuştum, yüzlerce yeşil kurbağa üzerime doğru geliyordu. Babaannem beni uyandırdığında kan ter içindeydim, korkumdan  altıma işemiştim.  'Ne gördün rüyanda, niye bu kadar korktun', dedi.  Babaanneme  sarılmıştım,  yeşil kurbağalar, onların suyunu ben kesmedim dedim.  Bu arada Dedem de uyanmış  gelmişti. Bugün olanlardan  çok etkilenmiş olacak dedi. Babaannem üzerimi değiştirdikten sonra beni kendi yataklarına götürdüler.
Şimdi nerde bir bir kurbağa  görsem, çoçukluğumda yaşadığım bu anımı hatırlarım.   
                                                
Dedemden Masallar, Bahçeköy / Seferihisar
A Kadir Bekçi 

30 Nisan 2015

ÖLMEZ ÇİÇEK ( Helichrysum )

Kurutulmuş  ölmez çiçek  ( Şirince / Selçuk 
Papatyagiller ( Asteraceae )  familyasının 'Helichrysum' cinsini  oluşturan bitkilere, yurdumuzda  genel olarak 'ölmez çiçek' ya da 'altın otu' denir. Çok yıllık ve otsu  olan bu bitkilerin  yaprakları gri renkli ve tüylüdür.  Yazın parlak sarı renkli ve  güzel kokulu çiçekler  açarlar.  Helichrysum, eski Yunaca Altın güneş anlamına gelir. Çiçeklerinin renginin parlak ve sarı renkli oduğunu işaret eder. 

Helichrysum cinsinin  bütün dünyada 600, yurdumuzda ise 24  türü yetişmektedir.  Çiçekleri koparıldıktan sonra da rengi ve şeklini uzun süre korur.  Bu nedenle adına  'ölmez çiçek' denir.  Bazı helichrysum türleri  populer bir süs bitkisidir.  Daha çok kurutlmuş çiçek olarak kullanılır. H. italicum türünün  tarımı yapılmaktadır. 
 Avrupa, Afrika, Avustralya ve Asya kıtasında doğal olarak yetişir. Yurdumuzda oldukca  yaygındır, hemen hemen bütün bölgelerimizde yetişir,  bazı türleri sadece yurdumuzda yetişir (  endemik ).  
Kudama, Ölmez çiçek ( Helchrysum stoechas )
Kokusu köriye benzer,  bu nedenle  'köri bitkisi' de denir.
 
Ölmez çiçek, bütün bölgelerinde  yetiştiği için  çok fazla yöresel adla bilinir. Bunlardan bazıları şöyledir;  Altın çiçek, Altın otu, Mantuvar otu, Yayla çiçeği, Herdemtaze, Solmaz çiçek, Güneş çiçeği, Güve otu, Uludağ çiçeği, Kudama, Arı çiçeği, Yahudi otu, DudiyeKalisar çiçeği, Çoban çiçeği, Sarı kedi ayağı, Kaymak çiçeği, Sarı çiçek, Savran, Sarıbaş, Amel otu, Gülazar ......vs. 
Yurdumuzda en çok yetişen türleri ise H. arenarium, H. graveolens, H. oriientale, H. plicatum, H. sanguineum ( kırmızı çiçeklidir )  ve H. stoechas'tır. 

Helichrysum çiçeği  küçük küreler halinde, sarı renkli  ve  şemsiye gibi bir  yapı oluşturur.  Keskin ve güzel kokuludur.  Bazı türleri köri gibi kokar. Nadir olarak bazı türleri beyaz, turuncu ve kırmızı renkli çiçek açar. Yaprakları,  gövdesi gri renkli  olup  yünlü gibidir.
Ölmez çiçek, Balkaymam,  Altınotu ( Helichrysum italicum )
 ( Dilek Yarımadası / Aydın )
Geçen yıl bahçeme  diktiğim altın otu / Balkaymak 
 ( Helichrysum italicum  )
Bir tür ölmez çiçek, Balkaymak 
(Helichrysum italicum ) 
Ölmez çiçek güneşli yerleri ve kireçli, kumlu, taşlık toprakları sever.  Soğuğa, sıcağa ve kuraklığa dayanıklıdır.
Kurutulmuşu uzun süre bozulmadan durabilir. Ayni zamanda şifalı bir bitkidir. Eskiden beri bazı hastalıkların  ( iltihap önleyici, safra ve idrar söktürücü, taş düşürücü, iştah açıcı v.s ) tedavisinde kullanılmıştır. Güveye karşı kullanılır, bu nedenle 'Güve otu' da denir. Bazı türlerinin çiçekleri kekik ile karıştırılarak  çay yapılır, boya ve esans  elde edilir. 
Ölmez çiçek,  tohumla ve kökten ayırma ile üretilir. Fazla bakım istemez.  
 Giresun - Sivas yolu üzerinde bulunan Eğribel Geçidi'nde, yayladan topladığı
'Dudiye' çiçeklerini  satan bir genç. 
VE  BİR  HİKAYE 
                                                        SOLMAZ ÇİÇEK ( Hikaye )
Gönül ferman dinlemez diye atalarımız  boşuna dememiştir.  Çoban, davarlarına baktığı ağasının  kızına aşık olur, olmasına da....!  Ağanın,  kızını  çobana  vermeye hiç mi hiç niyeti yoktur. Davul bile dengi dengine çalar der, içinden.  Ancak kızının da çobanda  gönlü olduğunu anlayınca, hemen reddetmez. Çobana, kızına davarlarını  otlattığı yayladan solmadan bir kır çiçeği getirmesini şart koşar. Ancak, çoban ne kadar çabalasa da hiç bir  kır çiçeği  bu kadar uzun yola solmadan dayanamaz. 

Sonunda, ayakları yara bere içinde kalan  çoban yataklara düşer.  Bu arada, anasının yaralarına sürmek için kırlardan topladığı altın  renkli bir  çiçeğinin  günlerdir  başucunda solmadan durduğunu fark eder.  Çiçekleri alan çoban  tekrar yollara  düşer.  Köye geldiğinde çoban, çiçekler  hala  yeni koparılmış gibi canlı ve tazedir.
Çoban muradına ereken,  bu yayla çiçeğinin adı da  o günden sonra 'solmaz  çiçek' kalır.

Dedemden Masallar ( A Kadir Bekçi )
 30. 04. 2015, Bahçeköy / Seferihisar 

Kaynaklar: Wikipedia, Türkçe Bitki Adları Sözlüğü  ( Turhan Baytop ). 

1 Nisan 2015

MERCAN ÇİÇEĞİ ( Güneşe Aşık Çiçek )

Mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis )
Mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis ),  sinirotugiller ( Plantaginaceae ) familyasından, çok yıllık ve  yarı çalımsı otsu bir bitkidir. Anavatanı Meksika ve Guatemala'dır. Adına, çiçeklerinin kırmızı renkte ( mercan rengi ) olmasından dolayı  mercan çiçeği  denmiştir. Ancak, az da olsa  sarı ve pembe çiçek açan çeşitleri de vardır. Tropikal ve suptropikal iklimlerde yetişir.  Ruzelya, çeşme çalısı ve şamdan çiçeği de denir. 
Sarı renkli mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis )

Ruzelya ( russelia ), çiçeklerini yay şeklinde ki  ince ve uzun olan  dalların uclarında açar. Bol, bol dal vererek çoğalır.   Boru şeklinde ki  çiçekler ince ve uzundur.  Yaprakları yeşil renkli, küçük ve  pul şeklindedir. İklim şartlarının uygun olduğu (  sıcak ) yerlerde,  yıl boyu çiçek açar. Daha çok saksıda yetiştirilir, kışın fazla soğuk  geçmeyen  yerlerde park ve bahçelere dikilir.  Bol güneşli  yerleri sever, yarı gölge yerlerde de yetişir.  Yazın su isteği çok fazladır.  Toprağının geçirimli, nemli ve humus bakımından zengin olması gerekir. Soğuğa fazla  dayanıklı değildir. Kışın gövdesi kurursa korkmayın, baharda tekrar  filizlenir.
Kırmızı ve sarı mercan çiçekleri.
( Russelia equisetiformis )  

Mercan çiçeği, kökünden dallar vererek büyür, ayrıca yere değen kısımlarından kök vererek çoğalır.Yere sarkan dallarının  bir  sırığa bağlanması ve zaman zaman yaşlı ve kötü  dallarının kesilmesi gerekir.
Oldukça dekoratiftir bir bitki olan mercan çiçeği  fazla bakım istemez. Akdeniz iklimi görülen kıyı bölgelerimizde daha çok yetiştirilir. Soğuk olan  yerlerde saksı çiçeği olarak  yetiştirilir. Çelikle ve kökten ayırma ile üretilir.

( Bu çiçekle ilgili bir de hikayem var ( aşağıda ), umarım beğenirsiniz. 

Güneşe aşık çiçek ( Hikaye )
                                                             GÜNEŞE AŞIK ÇİÇEK
Bir zamanlar dünyanın bilmem neresinde, halkı çok yoksul ve bir o kadar da mutsuz olan bir ülke varmış. Ülkeyi yönetenler halka o kadar çok kötü davranıyormuş ki, herkes korku içindeymiş.  İşin daha  kötüsü, kimse bu durumdan nasıl kurtulunacağını bilmiyormuş, adeta ölümden medet umuyorlarmış.  Ölenler için, kurtuldu artık  bu işgenceden diye seviniyorlarmış.
Ülkede bir de, hasta olduğu için doktorların  evinden çıkmasına izin vermediği  genç ve  zeki bir adam yaşamaktaymış. 

Doktorlar  genç adama,  güneş  görünce öleceği için evinden çıkmasına izin vermiyormuş. Bu yüzden o da herkes gibi  çok mutsuzmuş, güneşte,  özgürce dolaşmak  istiyormuş.
Bu nedenle her sabah uyanınca;  penceresinin önündeki,  güneşi çok seven mercan çiçeğine bakarak bu özlemini gidermeye çalışıyormuş.

Genç adam sonunda,  bir gün, evinden çıkmaya karar vermiş. Nasıl olsa öleceğim, hiç olmazsa ölmeden, bir gün dahi olsa özgürlüğün tadını çıkarayım demiş.  Asıl amacı ise, ne yapacağını bilmeyen halka yol göstermekmiş.

Halk, bir günlük özgürlük / mutluluk için ölümü göze alan bu genç adamdan çok etkilenmiş. Özgür olmadan mutlu olunamayacağını, bunun ise bir  bedeli olduğunu  anlamış. 
Genç adamın penceresinin önündeki mercan çiçeğini  mezarının başına dikmişler. 
Korkularını yenerek,  hep beraber  haksızlıklara karşı mücadele etmeye  başlamışlar... 
Bu nedenle güneş görmeyince  çiçek açmayan mercan çiçeği,  o günden  sonra  özgürlük mücadelesi verenlerin  sembolü olmuş. 

A  Kadir Bekçi


  Mercan çiçekleri ( Russelia equisetiformis ): 

Mercan çiçeği ( Russelia equisetiformis )
Sarı çiçekli mercan çiçeği, Ruzelya 
( Russelia equisetiformis )
Bir adı da 'kırmızı şamdan çiçeği' olan  mercan çiçeği
( Russelia equisetiformis )

Yağmurdan sonra.
( Russelia equisetiformis )

Mercan çiçekleri ( Russelia equisetiformis ) 

( Bu yayın son olarak 15. 06. 2023 tarihinde güncellenmiştir. )